Fallen Saga
Skip
  • AhurAmAzdA bir güncelleme yayınladı 1 ay önce

    Bölüm 2

    Via Illuminis
    Aydınlanmaya Giden Yol

    “Ölüm ebedî bir uyku değil, yeni bir başlangıçtır.” – Maximilien Robespierre
    15 günde 1285 kişiyi giyotine mahkûm etti.

    Genç adam, deniz seviyesinden yaklaşık 4000 metre yükseklikte, Kaçkarlar’ın bulutlarla kucaklaştığı Kavrun Yaylası’ndaki kaleyi andıran kütük evinin verandasında, hacker olarak kullandığı Uruguay’daki kaçak adamının gönderdiği muhteşem aromalı kahvesinden bir yudum daha aldıktan sonra, uçsuz bucaksız yeşilliğe, gökyüzünün maviliğine dalmış düşünüyordu.
    Kendisini bazen burada, dünyanın zirvesine oturmuş Zeus gibi hissediyordu.
    Antik Yunan’da en kalabalık nüfusun 350.000 olduğunu düşünürsek, son baktığında 100 milyonun üzerinde takipçi ile aslında Zeus’tan daha inandırıcı gelmişti dünyaya.
    Kendi kendine gülümsedi ve keyifle bir yudum daha aldı kahvesinden.
    Bu yükseklikteki hava, güneşin ısısını hissetmesini engellese de, özel olarak yaptırdığı şark ısı sedirinde vakit geçirmeyi ve sosyal medyasından, kendi ekibinin geliştirdiği çeşitli uygulamalardan insanlara cevap vermeyi seviyordu genç adam.
    Aslında 50’li yaşlarındaydı ama kimseye yaşını söylemediği için tahmin etmesi de çok zordu.
    Genel düşünce, maksimum 40-45 gibiydi, ama çoktan geçmişti o yıllar.
    Sadece o, göstermiyordu bunu…

    Dedesinin çok akıllıca bir iş yapmış, neredeyse 100 yıl önce Güney Amerika’dan buraya gelmiş bir Türk kızı ile evlenip yerleşmişti. Hiçbir zaman net bir cevap alamadığı bir muammaydı bu evlilik ve yaşam alanı olarak seçilen bu bölge…
    Zorlu geçen birkaç yılın ardından uyum sağlamış, Türkçeyi iyice öğrenmiş, hatta komik şiveleri olan çok hızlı konuşan bu halkla iyice kaynaşmış, onlardan biri gibi yaşamaya başlamıştı.
    Asla maddi bir sıkıntı yaşamamış birisiydi.
    Türkiye’ye gelirken yanında yüklü miktarda nakit ve altınla gelmişti (varlığının büyük bir kısmını İsviçre’deki özel kasasında bırakmıştı, tıpkı gerçek kimliğini, kim olduğunu geçmişte bıraktığı gibi).
    Çok meraklı olan bu Doğu Karadeniz halkı sürekli sorguladı ama sonuçta para kazandı, yaptığı yardımlar ve tıbbi desteği birçok soru işaretini sildi.
    Zamanla nereden geldiği, kim olduğu önemini kaybetti ve iyi bir adamdır, herkesin yardımına koşar, el uzatır noktasına gelindi…
    Ama;
    Bilemedikleri ölümde gelmişti oraya, sadece zamanı belli değildi olacakların…

    Genç adamın dedesi, babası Yalgar 40’lı yaşlarındayken öldü.
    Görkemli bir törenin ardından, şu an verandasında oturduğu evin arka bahçesinde, yeniden doğuşun sembolü olan YEW ağacının altında yapılan, üzerinde türlü sembollerinin olduğu 6 adet taşla çevrili mezar alanına defnettiler.

    Yöre insanı cenazeye büyük ilgi göstermişti ama bu ilginin sebebi ölen insana duyulan sevgi ve sempatiden çok, dünyanın dört bir yanından gelen değişik renk ve tipte insanlardı.
    İlçenin en büyük camısında yapılan klasik cenazenin ardından sadece oğlu ve yurt dışından gelen bu kalabalık insan grubunun katılımı ile çok özel ritüellerin uygulandığı 2. bir törende gömüldüğü mezar odasında yapılmıştı.
    7 gün boyunca çeşitli dualar, seremonilerinin ardından,
    7. gün arınma ile geçti.
    Oda mühürlenip herkesin katıldığı seremonî yemeği sonrası, genç adamın babası Yalgar’a ettikleri biat yemininin ardından misafirler ayrılmamıştı!
    Yalgar o güne kadar belirli saatlerde girip vakit geçirdiği kütüphane odasında çok daha fazla vakit geçirmeye başlamıştı.
    Zamanla kütüphaneden her çıktığında sanki bir şeyler değişmeye başlamıştı…
    Genç adam, babasıyla baş başa kalıp konuşmaya başladığında, babası değil de babası ve dedesiyle aynı anda tek bedende konuşuyormuş gibi geliyordu. Hiç sigara içmeyen babası, çoğu zaman elinde sarma sigarasıyla dedesinin koltuğunda bir kadeh Glenavon Special içerken bulurdu.
    Bazen korkutucu gelse de, bu durum nedense çok normalleşmeye başlamıştı, hatta hoşuna bile gitmişti.
    Normal eğitiminin yanında babasından saatler süren anlatıları dinleme mecburiyetinde olması başlarda sıkıcı geliyordu.
    Bazıları korkutucu, bazıları üzücü olan bu sohbetler kesilmeden her gün düzenli şekilde babasını kaybettiği güne kadar devam etti.
    Zamanla normalleşti, hatta hoşuna bile gitmeye başladı.
    Ama okul rutini çok sıkıcı olmaya başlamıştı, bir an önce eve dönüp babasıyla kaldığı yerden devam etmek istiyordu anlatılara.
    Okul çok basitti onun için, kısır bir döngü gibi geliyordu. Okuldaki eğitim, sürekli etrafında olan arkadaşları olmasa sıkıcı bile denebilirdi bu basitlik.
    Okulda derslerine giren öğretmenleri, onun bir dahi olduğunu söylüyorlardı. Aynı anda arkeoloji, antropoloji, antik semitik diller ve çok az insanın tercihi olan Religionswissenschaft (din bilimi) okuyup 3 üniversiteden mezun olarak bunu ispatlamıştı.
    Ama umurunda bile değildi.
    Çünkü kafasının içinde uyuduğunda, rüyalarında sürekli gördüğü o ışık tek düşüncesi olmaya başlamıştı,
    neydi o…???

    80’li yılların hemen başında, bir yılbaşı ertesi Ocak ayının 6. günü babası Yalgar’ı kaybetti genç adam.
    Hep evdeki telefon rehberinin yanında duran deri kaplı ajandayı aldı ve babasının öğrettiği gibi yazılı olan bütün numaraları tek tek aradı, söylemesi gereken doğru kelimeleri kullanarak;
    “Magnus dominus ad lucem ivit, ut eum comitetur vocamini”
    “Büyük efendi ışığa gitti, yolcu etmeniz için davet ediliyorsunuz.”
    Herkesi haberdar etti.
    Cenaze için hazırlıklara başladı,
    son derece lüks kıyafetleriyle 2 usta ve 6 çırak mezar odasını inşa etmek için geldiler.
    Genç adam gelenlere üzerlerini değiştirebilecekleri müsait olan bir odayı gösterdi, dışarıda onları beklemeye başladı.
    Odadan gelen ilahi sesler çok tanıdık geliyordu.

    “Osiris, in lumine tuo anima mea pacem inveniat.
    Nubes non tenebris,
    sed lumine circumdare.
    Maligni spiritus a me discedant,
    in via tua in pace maneam.”

    “Osiris, senin ışığında ruhum huzur bulur.
    Beni karanlıkla değil,
    aydınlıkla kuşat.
    Kötü ruhlar benden uzaklaşsın,
    senin yolunda huzur içinde kalayım.”

    Hayal meyal hatırladığı dedesinin cenazesinden tanıdık bir şeydi ama asıl eğitim için gittiği Oxford Üniversitesi’nde profesörleriyle dinledikleri bazı kayıtları andırıyordu.
    Gelen ekip 45 dakika sonra odadan çıktığında şok geçirmek üzereydi, içeriye giren son derece modern ve şık insanlar gitmiş, içeriden antik Mısır’da piramitleri yapan mimarlar gelmişti sanki.
    Ellerinde Mısır’da kazılardan çıkartılan ekipmanların benzerleriyle hiç aralıksız çalışıp
    dedesinin mezarının yanına, babası için de bir mezar odası inşa etmeye başladılar.
    Klasik cenaze işlemi basitti, sonuçta o sadece bir göz boyama idi.
    Dedesi’nin emanet ettiği özel yapım sandıkta saklanan KHOLOS KUMAŞINDAN kestiği parça ile babasını saracaktı.
    Üzerine semboller işlenmiş NAR AĞACINDAN yapılmış tabutuna konmadan önce, (Nar, ölüm ve yaşam arasındaki geçişin, ölülerin ruhlarının yeniden doğuşunun sembolüdür. Yunan mitolojisinde, nar, ölüm ve yeniden doğuşu simgeler. Narın içerisindeki çok sayıda tohum, yaşamın sürekli yenilenmesi ve döngüselliğini simgeler.)
    Her şey dedesinin, babasına ve babasının ona öğrettiği gibi olmalıydı,
    mükemmel olmalıydı…

    Davetliler geldiler,
    dedesinin cenazesinde olanlardan birkaç kişi vardı, kalan hepsi ya yeni yüzlerdi ya da dedesinin cenazesinde olanların çocukları,
    ama kesin olan çok daha fazla insan vardı.
    Kalabalığa baktı ve bir gün oğlum benim yerimde burada olacak
    ve
    çok daha fazla insan olacak, bunu başarmalıyım diye geçirdi aklından.

    0