Bölüm 4
“Sancta inter se implicata” “İç içe geçmiş kutsallar”
“Timor, obscuro in conclavi manens umbra simile est; cum confronteris, illa umbra evanescit et solum lux remanet.”
“Korku, karanlık bir odada bekleyen bir gölge gibidir; yüzleştiğinde, o gölge kaybolur ve geriye sadece ışık kalır.”
Babasının ölümünün üzerinden 2 aydan fazla zaman geçmişti ama duyduğu sesin ve parıltının korkusunu üzerinden atamamıştı.
Her gece aynı kabusu görüyor ve ter içinde uyanıyor bir daha da uyuyamıyordu…
O geceyi de aklından çıkaramıyordu bir türlü,
yarım asrı geçirdiği evine bile gidemiyordu, ilçe merkezinde bir otele yerleşmişti.
Türkiye’de 12/04/1993 İnternet Bayramı (doğum günü) olarak kutlanır, nedeni de Türkiye’de ilk internet bağlantısı kiralık bir hat ile ODTÜ üzerinden Ankara ve Washington arasında kuruldu. Ne kadar maddi gücünüz olursa olsun bunu kullanma şansınız yoktu, devlet ve çok sayılı bilim insanları tarafından kullanılabilen bu hat üzerinden araştırma yapma şansına da sahip değildiniz.
Ama bugün neredeyse bütün dünya emrindeydi, kahvesinden bir yudum daha aldı ve gülümsedi korkusunu hatırlayınca…
Ne olmuştu…???
Dışarıdan bakıldığında yaklaşık 600 m² büyüklüğünde bir zemin katı olan oldukça geniş dubleks bir kutuk ev görünümündeydi yaşadıkları aile evi.
Ama,
o mezarları, lahitleri, mezarı çevreleyen devasa kayaları hazırlayan ustalar yapmamışlardı bu evi,
zeminin altında
60 cm’lik beton duvarlarla çevrili her türlü yalıtımı yapılmış çok özel bir bölüm vardı.
6 kat aşağıya inen merdivenler
seremoni odasına, kütüphane bölümüne, lahitlerin olduğu özel odalara giden koridorlara açılan kapılara ulaştırıyordu insanı.
Duvarları, zemini kaplayan tılsımlar, hiyeroglifler, semboller bu ustaların elinden çıkmıştı.
Bu zemindeki alan çok kutsal ve önemli bir yapıydı.
Bütün birikimlerini sahip oldukları bilgelik burada saklıydı
ve en önemli seremonilerini belirli dönemlerde burada yapıyorlardı.
Şimdi buraya girip kendisinden saklanan, “Vakti geldiğinde öğreneceksin” denilen her şeyi keşfetmenin vakti gelmişti.
7. günün sonunda arındırılma seremonisinin hemen ertesi misafirlerini yolcu ettikten sonra deepfreeze olarak kullanılan bölüme geçti.
İçerisinin ısısını ayarlamaya yarayan ekrandaki dijital göstergede, mezar alanını çevreleyen devasa 6 adet kayada yazılı olan altışar haneden oluşan kodlamayı girince yanan yeşil ışıkla birlikte zeminin 4 köşesinde beliriren parıltı zeminin aşağıya doğru hareketlendiğini belli ediyordu.
Çeşitli semboller ve hiyerogliflerle süslenmiş duvarlar ve önünde sanki meşale ateşi ile aydınlatılmış antik dönem Mısır tapınaklarına benzeyen bir koridorla eşitlenince durdu asansör.
Gördüğü bu manzara sanki zamanda bir portal açılmış ve antik Mısır’a gitmiş gibi bir his uyandırdı onda.
Gözlerine inanamıyordu karşısındaki görüntüden.
Duvarlardaki hiyeroglifleri okuyabiliyordu.
Ama bu imkansızdı…
Sadece birkaç hiyeroglif görmüştü ve şehir efsanesi gibi bu kitabı duymuştu,
‘’ SIA APEP ‘’
‘’KARANLIĞIN LANETİ ‘’
Bu kitabı henüz görebilen yoktu ama nasıl olurda binlerce yıldır birkaç hiyeroglif haricinde bilinmeyen, görülmemiş bir kitaba ait bunlar yazıt bu koridor duvarlarında var olabilirdi…???
Kafasındaki sorularla koridorda ilerlerken karşısına çıkan bir başka kapının etrafı tamamen antik Sümer dilinde yazılarla çevrilmişti.
Şaşırtıcıydı, Mısır’dan bir anda Mezopotamya’ya geçiş yapmak üzereydi genç adam,
Bir an duraksadı, acaba devam etmeli miyim yoksa burada durmalı mıyım?
Gülümsedi ve “Bir Hollywood senaryosundaki karakteri canlandırmıyorum ki durayım, ben bir mirası devralıyorum ve bu miras insanlık için çok önemli, tabii ki devam edeceğim” dedi.
Kapının sağ üst köşesinde yazıldığı gibi mezarları çevreleyen kayaların girişte sağ taraftakinin üzerindeki kodlamayı girip ekrana ve kapıdan gelen kilit sesinin ardından itip açtı.
İçerisi tam bir Sümer mabedi gibi dizayn edilmiş, her yer Sümer dilinde korunma büyüleri ile süslenmişti.
Acaba bu derece koruma ne için di, neden korkmuşlardı bu kadar?
Bugünün mantığıyla bakınca komik görünebilir ama burası inşa edildiğinde dünyanın uydusu ayın peynirden yapıldığına ve dünyanın düz olduğuna inananlar vardı…!!!
Mabedin içerisine doğru yürümeye başladığında yapının piramit şeklinde kat kat inşa edilmiş bir ziggurat olduğunu fark etti. Tam ortasında kırmızı mermerden oyulmuş bir sunak vardı. Girdiği kapıdan sunağa doğru giden minik renkli taşlardan oluşmuş bir yol görünüyordu.
Sağında ve solunda:
AN
ENLİL
ENKİ
UTU
SİN
NERGAL
MARDUK
İNANNA
NİNURTA
ABZU
ANŞAR
TIAMAT
DUMUZİD
GİLGAMİŞ
İŞKUR
NİNGİŞZİDA
Ve benzeri bir sürü heykelleri sıralanıyordu.
Ortadaki sunağın sağında ve solunda ve arkasında, sunakla aynı mermerden yapılmış altışar katlı 3 kutuphane vardı.
Kütüphanenin raflarına sıralanmış taş tabletleri rahatlıkla seçebiliyordu.
Sunağın sağ kenarında çok şık kristal benzeri bir materyalden yapılmış kapaklı, içinde kırmızı şarap varmış gibi duran surahı ve aynı malzemeden 6 kadeh durmaktaydı.
Sol kenarında ise topraktan yapılmış, üzerinde geyik avlayan bir avcı resmedilmiş orta boy tabak,
tabağın sağ tarafında da kemikten yapılma çatak ve bıçak duruyordu.
Aklından şimdi bir de tapınak fahışeleri çıkmalı köşeden diye geçirip gülümsedi.
Ortadaki sunağın arka tarafına geçtiğinde, renkli taşlarla döşeli olan yolun bir başka kapıya kadar uzandığını fark etti.
Kapının üzeri anagramı andıran Latince yazılarla doluydu.
Sağ üst köşedeki 2. satırda yazan seremonii alanındaki 2 numaralı sütundaki kodlamayı ekrana girdiği anda duyulan kilit sesi ile kapı açılmıştı.
Görünen muhteşemlik, hayranlık uyandıracak cinstendi.
Pronaos ve cellasıyla devasa bir Roma tapınağı karşısında duruyordu.
Normalde olması gereken yüksek merdivenle çıkılan fasad denilen bölüm burada sadece 3 basamakla sınırlıydı.
360 derece İyonik ve Korint sütunları ile çevriliydi.
Her sütunun üzerinde bir tanrı ya da tanrıça heykeli vardı.
Heykellerin gözlerine yerleştirilmiş kristallerden kırılan ışık gerçeküstü bir görüntü oluşturuyordu.
Her Roma tapınağı bir tanrıya ya da tanrıçaya adanırdı ama bunda sütunlar farklı farklı heykellerle doluydu.
Ev sahibi kimdi acaba diye düşünürken, Nuraz tam tepesinde duran Venus yıldızını fark etti.
Bütün heykellerin sadece gözlerinde kırılan ışık yıldızın tamamından yansıyıp bütün salonu aydınlatıyordu.
Ev sahibi ışığını tapınağına giren herkese sunup onları arındırıyordu.
Cella denilen bölüme ilerlediğinde tam ortada devasa siyah mermer’e benzeyen ama metalimsi dokusu olan bir kayadan kesilmiş masa vardı.
Aslında bir meteora benziyordu ama bu büyüklükteki meteor düştüğü yerde orta boyutlardaki şehri tüm canlıları ile birlikte yok edebilirdi.
Nereden bulmuş olabiller ki bunu?
Masanın 4 cephesinde altışar tane her biri, bir tahta benzeyen koltuklar vardı.
Her koltuğun üzerinde seremonide lahit odasının 4 köşesinde duran grupların sembolleri, seremonideki konumlarına uygun olarak işlenmişti.
Demek ki toplandıklarında buraya gelip konuşuyor ve kararları alıyorlarmış, dedi genç adam kendine.
Hayranlıkla en az 5 metre yüksekliğindeki kubbeye ve duvarlara bakarken köşede kapıyı fark etti ve o tarafa yöneldi.
Kapının önüne gelince fark etti ki kapı masa ile aynı materyalden yapılmıştı ve etrafı Aramî dilinde korunma duaları ile çevrilmişti. Giriş kapısındaki kodlama ile aynıydı burası da.
Kodlamayı girerken aklında geçen şey, ”Umarım kapının ardında Mesih Isa ile karşılaşmam” düşüncesiydi.
Kodlamayı girince gelen aynı kilit sesinin ardından kapıyı açtığında karşısındaki manzara biraz da ürkütücüydü. Babası ile gittikleri Kudüs gezisi esnasında ziyaret ettikleri KIYAMET KİLİSESİ’nin bir kopyasıydı ama ilginç olan içerideki hiçbir şey replika gibi durmuyordu.
Ne salonun ortasındaki haç,
Ne de hemen altında,
Siyah ve kırmızı karışımı gibi duran kaya parçasının üzerindeki bronz kupa…
Önceki 2 bölüme göre daha karanlık olan bu salonda ürpertici bir hava vardı.
Zemin hariç her yerde eski ahitten ayetler yazılıydı ve ürpertici de olsa insanı içine çeken bir havası vardı buranın.
Odanın ortasına doğru birkaç adım attığında burnuna bir koku gelmeye başladı, sanki okulundaki soyunma odası gibi bir kokuydu.
Ama burası boştı.
Toz bile yoktu hiçbir yerde.
Yerlere bakınırken fark etti, kapıdan ortadaki devasa haça doğru giden yol antik Roma yolları gibiydi.
Taş döşenmişti ve üzerinde kan damlaları var gibiydi.
Aklından geçenler, ”Hadı canım” dedirtti. ”Bu imkansız” dedi.
5 metre yüksekliğindeki haça yaklaştığında hemen önündeki sunağın üzerindeki,
Üzeri parlak ve şeffaf kristalle kapatılmış bronz kupanın içindeki kanı fark etti.
Haçın tepesinde sanki hala Mesih’in başında duruyormuş gibi sabitlenmiş dikenli taç ve tepesine çakılmış…
Üzerinde
‘’ INRI yani Iesus Nazarenus Rex Iudaeorum ‘’
“İsa, Yahudilerin Kralı”
yazılı olan tahta parçasına şaşkınlıkla bakıyordu.
Çanağının durduğu sunağın yaklaşık 1 metre kadar üzerinde haça asılı şekilde duran,
Üzerinde kan lekeleri olan eski bir bez torbayı fark etti. İçerisinde bir şeylerin olduğu çok belliydi.
Bütün bunları gördükten sonra torbadakileri tahmin etmek çok da zor olmamıştı Nuraz için…
Kafasını kaldırıp yeniden haça baktığında, üzerinde hala nemli gibi duran kan izlerini gördü ama dokunmak istemedi. Ağır adımlarla haçın arka tarafında görünen kapıya doğru yöneldi. Ama o an fark etti ki, haça yaklaştığında ilk aldığı o koku lavanta kokusuna dönüştü, sanki uçsuz bucaksız gibi görünen Türkiye’deki Isparta ilinin Kuyucak köyündeki lavanta tarlalarında geziyormuş gibi huzur veren bir kokuydu.
Yanılmış olabilir miyim dedi ve geri döndü, haça yaklaştı. Hayır, çok net bir şekilde koku lavanta kokusuydu. Dünyanın her yerinden insanlar gelip o köyü ziyaret etmişlerdi, merak edip kendisi de gitmişti, hayran kalmıştı…
Yürümeye devam edip odaya girdiği kapıya doğru devam edince yeniden o ter kokusunu almaya başladı.
Bu imkansızdı; tek bir oda ve birbirine karışmayan 2 ayrı koku…!!!
Zamanla hepsi anlam kazanacaktı ama şimdi daha yolu vardı, hedefi önündeydi…
Kapının önüne geldiğinde, önceki kapının aksine eski ahşap bir kapıydı ve etrafı antik Farsça dilinde yazılmış Mithras korunma büyüleri ile çevrilmişti.
Genç adam saatine baktığında 4 saatten fazla süredir burada olduğunu fark etti.
Aklından bu yapının bir sonu var mı diye geçirmeye başladı.
Anlaşılması zor bir dildi ama kapıyı açan kod, mezarlıktaki 3. kayanın üzerinde yazılı olandı,
Doğru kodlamayı tuşlarken babasının sözü aklına geldi:
”Güncel olan onlarca dil öğrenebilirsin ama bu seni sadece magazinsel bir kişi yapar belki ama sana mutlaka öğrenmelisin dediğim bu kadim diller bir gün hayatın olacak, sakın bunları öğrenmekten ve kendini geliştirmekten kaçınma, bu senin geleceğin”
Ve ne kadar haklı olduğunu şimdi çok iyi anlıyordu…
Kapıyı itip açtığında kendini devasa içi oyulmuş nemli bir kaya mağarasına bakarken buldu.
Tam karşısında kayalara oyulmuş, parıldayan bir güneş figürü duruyordu.
Bu figürün tam altı Mithraeum denilen ibadet alanıydı.
Mithraeumda 6 farklı yöne doğru dar koridor şeklinde dizayn edilmiş odaları fark etti.
Yer altına girip askeriye koğuşlarını andıran odalarda ibadet ediliyordu Roma askerleri,
Yale Üniversitesi’ne eğitim için gittiğinde profesörünün arşivinde bir gravürünü görmüştü.
Mithraeum’un tam ortasında Mithras’ın boğayı öldürdüğünü sembolize eden bir heykel vardı. Tauroktonia denilen bu sahne çok kutsal bir görüntüdür ve tapınağın en kutsal yerinde bulunur.
Heykelin tam önündeki sunakta tanrılara adaklar sunulurdu.
İçerisi oldukça loştu,
Kayalardan oyularak yapılmış sütunlar vardı ve her sütun parıldayan bir ışın tacı ile çevrilmişti.
Ortadaki, bir yılanın sarılmış olduğu sütunun önünde bir su canağı ve ondan aşağıya yine kayanın oyulması ile oluşturulmuş bir havuza akan su vardı.
Bütün mağara duvarları sütunlar, koruma büyüleri ile kaplanmıştı. Bunu nasıl başarmışlardı inanılır gibi değildi…
Sunakın tam arka kısmında yosun tutmuş neredeyse yeşermiş gibi duran kapıyı fark etmesi biraz zor oldu, o tarafa doğru yöneldi ama aklı hala bir önceki ve bu odadaydı, ”Daha fazla ne olabilir ki?” diye geçirdi aklından…
Kapının üzerini kaplayan hiyeroglifler neredeyse tamamen yosunla kaplıydı. İhtiyacı olan sağ üst köşeyi temizlediğinde girilmesi gereken 4. sütundaki kodlar belirdi, kapı metalik bir kilit sesi ile açıldı…
Karşısında inanılması çok zor bir görüntü vardı;
Odanın ortasında Keops Piramidi,
Sağ tarafında Güney Amerika’daki Chichen Itza Piramidi,
Sol tarafında Tibet’te bulunan Beyaz Piramit.
Saatine baktığında neredeyse sabah olmak üzereydi, herhalde uykusuzluktan hayal görmeye başladım diye düşündü genç adam.
Ama hiç de öyle değildi, gerçek tüm ihtişamı ile karşısında duruyordu.
Yerler, tavanlar her cm Mısır’ın ünlü Ölüler Kitabı’ndaki büyülerle kaplıydı.
Bu piramitlerin hepsini gezmişti babası ile birlikte, babasının rehberliği muhteşemdi, en ince detaylara kadar yaşayarak anlatmıştı her şeyi. Hatta grubun rehberi Yalgar Bey’e takılmıştı;
”Yalgar Bey, isterseniz grubun önüne geçin ve siz anlatın, ben bu kadar detaya hakim değilim” demişti.
Rehberin bilmediği binlerce yılın birikimi ile anlatıyordu Yalgar…!!!
Keops piramidine adım attığında aynen orijinali gibi ilk hissedilen şey toprak kokusuydu ama bunda bir fark vardı.
Orijinalinde olmayan ya da zamanla kaybolmuş,
girişin karşısında,
sağda ve soldaki oda kapıları, bu piramide orijinal halleriyle durmaktaydı…
Tam karşısındaki duvarın orta kısmındaki kapı, eğitimlerinden çok iyi bildiği piramidin kalbine giden koridorlara açılan kapıydı.
Sağdakiler ve soldakiler firavunla gömülen eşyalar ve hizmetkarlara ait mezar odalarına açılan koridorlara geçiş kapılarıydı.
Daha ilginç olan şey ise hiç bir kaynakta yazılmayan, belki de buradaki piramidi inşa eden ustalar dedesinin talebi ile ortadaki kapının sağ ve sol tarafında oluşturulmuş kütüphanelerdi.
Raflarda kitap yerine papirüs rulolar durmaktaydı.
Ortadaki kapıya doğru ilerleyip raflardan 1 ruloyu eline alıp açtığında yazan şeyler enteresandı;
Üzerindeki hiyeroglifleri okuduğunda;
‘’ Amenhotep 3, ışığın efendisi. Sarayının adı “aydınlanmanın neşe evi.”
Kutsal kraliçe olan eşi Tiye’nin gezinti teknesinin adı ”İsis’in kör eden ışıltısı.”’’
Daha önce böyle bir direkt kayıt görmemişti.
Başka bir ruloyu açtı;
”Kral Pi Atum, kutsal kent Annu’nun tapınak inşasını ettirdi.
Ufukta güneşin doğasından önce ışık saçan
Horus’un oğlu Pi Atum’a adamıştır.
Başka bir tanrının temsilcisi olarak ortaya çıkan Musa,
ışıkla konuşmuş,
kaynağı görmüş,
ama tanrı krala savaş açmıştı.”
Çok ilginç yazıtlar, daha önce kısmı olan bilgisi bu kayıtlarla sanki belgelenmişti çünkü eski kaynaklar dini kitaplardandı, bunlar sanki devlet resmi evrakı gibiydi…
Bir başka papirüsü açtı;
‘’Kutsal Amon Rahibi Amenhotep Huya,
en büyük olan Ikheti yapmakla görevlendirildi.
Başarısı ona Heminiu unvanını kazandırdı.’’
Bir başka ruloyu açtığındaki gilg çok daha ilginçti;
‘’Aper Yah bir koleydi.
Firavunun sarayına kabul edildi.
Apiru Aper idi.
Firavun ona Habiru ismini verdi.
Verilen ölüm cezası affedildi.
Saraydan kovuldu.
Aralarına geri döndüğünde halkı ona Hebrew dedi.’’
Bir başka ruloda ise;
‘’Firavuna vergi ödemeyen savaşan,
savaşta tanrı krala
yenilerek kovulan Hyksos Hekaü Khesawat,
çöl kum insanları,
taş ustaları olarak koleleştirildiler.
Yaşlı ve kadınlar uzaklara gitmeleri için
çöle sürüldüler.’’
Yüzlerce benzeri rulo vardı ama genç adamın hepsini okumaya en azından şimdilik vakti yoktu.
Elindeki ruloyu yerine bırakıp ortada duran kapıya yöneldi.
Kapının üzerindeki hiyerogliflerde bir lanet yazılıydı;
‘’ “Her kim bu mezarı bozar veya kutsal alanı kirletirse, Ra’nın öfkesi üzerine gelsin!
Tanrılar, ölüler diyarındaki huzuru bozanı affetmesin.
Set ve Apep, onun ruhunu karartsın.
Osiris, onu sonsuz karanlıkta tutarak, ölüler diyarında yitip gitmesine sebep olsun.
Yaşam ve ölüm arasındaki dengeyi bozan her ruh sonsuz felakette kalsın.” ‘’
Yazılıydı, aklına gelen ilk şey Boris Karloff’un ‘’Mummy’’ filmiydi;
‘’Kapıyı açtığımda önce rüzgar eser, ardından da uğultu gibi bir ses gelirse hemen kapıyı kapatıp kaçmam lazım’’
dedi ve gülümseyerek kapıyı araladı…
Açtığında yüzüne çarpan nem ve toprak kokusu oldu ilk önce.
Önünde bir kişinin yürüyebileceği genişlikte, çok yüksek olmayan yaklaşık 150 cm yüksekliğinde bir tünel durmaktaydı.
Yaklaşık 100 metre kadar ilerlediğinde aşağıya doğru inen merdivenleri gördü.
Ağır ağır merdivenlerden inerken nem ve toprak kokusu yoğunlaşmaya başlıyordu, merdivenlerdeki taş işçiliği ve her yeri kaplayan hiyeroglifler piramidin içindeyken bile ihtişamını hissettiriyordu Nuraz’a.
‘’Herhalde 100 basamaktan falan indim’’
diye düşündü genç adam.
Tam karşısında duran ve üzerinde som altın kapıyı komple kaplayan ANUBIS çizimi olan muhteşem bir girişe geldi.
Ardında ne olduğunu çok iyi biliyordu;
‘’PER NEFER’’
Yani
‘’TAHNİT ODASI’’
Kapıyı yavaşça açtı ve içeriye girdi.
Karşısında yaklaşık 2 metre genişliğinde, 4 metre uzunluğunda bir oda vardı.
Duvarları piramidin normal yapısında kullanılan taşlardan farklı olarak nem dengesi sağlansın diye tuğla kaplıydı, belirli aralıklarla tavanlarda sağlı sollu keten keseler asılıydı, okuduklarından çok iyi bildiği bu keselerin içinde odadaki nemi alması için karbonat ve kaya tuzu vardı. Bu keseler hafta bir değiştirilirdi.
Odanın ortasında mermerden yapılmış kenarlarında Anubis hiyeroglifleri ve dualar yazılı olan bir
WABET
vardı,
Yani MUMYALAMA MASASI
Bu masada rahipler, ölen kişinin;
vücudunu yıkama,
iç organları çıkarma,
kurutma,
mumyalama ve yeniden dondurma işlemlerini gerçekleştirirlerdi.
Vücut, natron tuzu ile kurutulup, balsamla korunurdu.
Masanın alt kısmındaki raflarda organların konulması için hazır bekleyen CAPONIC kutular durmaktaydı.
Odanın sağ duvarında mumyalarla gömülen minik heykeller
Sol duvarında ise firavuna ait bazı günlük eşyalar durmaktaydı.
Tavan ise tamamen
OSİRİS
ANUBİS
RA
HORUS
gibi önemli tanrıları ifade eden, güçlerini gösteren ve firavuna rehberlik etmelerini isteyen hiyerogliflerle doluydu.
Masanın diğer iki ucundaki muhafazalarda ise mumyalama işlemi için ihtiyaç duyulan aletler ve kimyasallar durmaktaydı.
Her şeyiyle tamı tamına bir ER NEFER’in içerisindeydi.
Yavaşça ilerledi ve odanın diğer ucundaki kapıya doğru ilerledi. Som altından yapılmış olan kapı tamamen FIRAVUN KHUFU’yu anlatan hiyerogliflerle doluydu.
Yavaşça kapıyı itip içeriye girdiğinde şaşkınlık verici bir manzara vardı yine…
Yaklaşık 10-15 metre uzunluğunda,
Yine yaklaşık 6-7 metre genişliğinde,
Ve yaklaşık 7-8 metre yükseklikteydi.
Çok ihtişamlı, insanı kendine hayran bırakan bir görüntüsü vardı.
Tam karşıdaki duvarda devasa bir kristalden yapılmış, altın bir metalle çerçevelenmiş RA GÖZÜ kapıdan girenleri karşılıyordu.
Tam önünde muhteşem bir granit işçiliğine sahip lahit durmaktaydı.
Her yeri firavunun zaferlerini, devlet yönetimini öven hiyerogliflerle doluydu.
Lahite doğru ilerlerken fark ettiği sağda ve solda firavuna ait yüzlerce eşya, küpler dolusu mücevher ve altın sikkeler yerleştirilmişti.
Tam arkasında, odaya girdiği kapının üzerinde muhteşem bir ANUBİS resmedilmişti.
Daha önce hiç böylesine mükemmel bir çizim görmemişti.
Kapının sağında firavunla birlikte mumyalanıp gömülmüş rahipler,
Solunda ise hizmetkârları vardı.
Odadan yavaşça çıkarken aklından geçen şey;
‘’Keşke bu odaları gezebilmeleri için bütün dünyaya açabilseydim’’…
Yüzlerce basamak merdiveni inip çıkmak onu biraz yormuştu.
Yanındaki termosdan birkaç yudum su içip piramidin girişinde biraz dinlenmeye başladı.
Aslında canı kahve istemişti ama nedense termosa kahve koyup 3-5 saat bekletip içmeyi hiç bir zaman sevmemişti, demlemeyi taze tüketmek daha aromatik ve lezzetli geliyordu genç adama…
Biraz ayaklarını dinlendirdikten sonra sağ tarafa doğru hareketlenip Chichen Itza piramidine yöneldi.
Bu muhteşem yapıyı
El Castillo veya Kukulkan Piramidi olarak isimlendirenler de vardı.
Piramidin her yerinde astronomi ve dini semboller yazılar vardı.
Kapısından içeriye girdiğinizde
İlk şaşılacak şey aslında bu derece uzun olmasa da muhteşem bir perspektifle yüzlerce metre uzunluğundaymış havası verilmişti.
Maya piramitleri iç içe geçmiş piramitler zinciri gibidir. Birinden diğerine geçmek bazen 45 dakika alabilir, çok büyük alanları kaplıyor yapılar ama burada her ne kadar mucizeler yaratılmış olsa da alan kısıtlı olduğundan iç içe geçen kısımlar yer altına doğru inşa edilmişti.
Girişteki ilk bölüm;
Basit bir sunak ve insanların sunak etrafında dua etmelerini sağlayan bir alan vardı.
Alt kata indiğinizde 10 metre x 10 metre ölçülerinde bir oda ve 4 köşesinde birer mini piramit şeklinde inşa edilmiş odalar inşa edilmişti.
Odalar tanrı çizimleriyle süslenmiş rahiplerin dua odalarıydı.
Bir alt kata inince karşısına çıkan yaklaşık 20 metre yüksekliğindeki piramit ağzını açık bırakmıştı Nuraz’ın.
Piramidin 3 değil 4 cepheliydi.
Kenarında merdivenler yapılmıştı.
Biraz nefes alıp su içebilmek için girişe yakın çıkıntıya oturduğu esnada basamakları saydı.
Tam 91 basamak vardı.
Hocası bahsetmişti, basamakların toplamı 1 yılın gün sayısına eşittir demişti.
Evet, gerçekten öyleydi, tek basamakla çıkılan girişi de eklediğinizde 365 basamak yapıyordu toplam…
‘Bu merdivenlere güneşin vuruş açısına göre astronomik hesaplamalar yapıldığını okumuştu.
Teoloji dersinde Güney Amerika inançlarını çalışırken öğrenmişti;
Her yıl ekinoks zamanında, piramidin kuzey cephesindeki merdivenler boyunca yılan gibi bir şekil belirir. Bu, Kukulkan adı verilen yılan tanrısının yeryüzüne inmesiyle simgelenir ve Maya halkı için büyük bir dini öneme sahiptir.
Yılan, kaosu ve günahı temsil etmesinin yanında farklı dinlerde ilahi bir gücü de vardı.
Güney Amerika yerlileri için kutsal sayılan Amazon Nehri’ne yerli halk YEŞİL YILAN diyordu.
Yavaşça girişe dönerken piramidin arka kısmındaki
Juego de Pelota
Gözüne çarptı, bu alan basketbolun benzeri olan bir oyunun oynandığı alandı.
Piramidin ilk giriş kapısına geldiğinde termosundaki suyundan birkaç yudum daha alıp sol taraftaki Tibet piramidine doğru yöneldi.
Beyaz Dağ veya Xianyang Piramidi olarak da isimlendirilen Tibet’in beyaz piramidi tam karşısında duruyordu.
Aslında bir piramit olup olmadığı hala tartışılan bir konuydu bilim dünyasında.
Nuraz’a göre piramit demek sadece turist tuzağıydı ama babası Yalgar buna karşı çıkmıştı.
Şu an karşısında duran 3 piramidin ismini sayıp 30’lu yaşlarındaki Nuraz’a;
‘’Delikanlı, bilim ilerleyip kazılar derinleştikçe
Bulunan yazıtlar çözümlenmeye başladığında çok şaşıracaksın, özellikle birbirinden tamamen bağımsız bu üç piramitteki ortak yönleri, hiyeroglifleri, yazıtları gördüğünde sakın şaşırma’’
Ve evet, 2000’li yılların ilk çeyreği geçildiğinde ortaya çıkanlar babasını haklı çıkarmıştı…
Bu piramitte insanı hüzünlendiren bir hava vardı, bence de nedeni Tibet insanının mütevazılığıydı.
Bu ruh halleri mimarilere de yansımıştı, çok sade bir güzellik vardı yapıda.
Çok sade beyaz taşlardan inşa edilmiş olan piramidin her yeri Tibet dilinde yazılmış dualarla kaplanmıştı.
Kapıdan girdiğinizde 20 metre yüksekliğinde bir tavan vardı, ışık alması için boş bırakılmış deliklerden hafif ışıkla oluşan bir ambiyans yaratmıştı.
İç duvarlar yine Tibet inancını yansıtan hiyerogliflerle süslenmişti.
Zümrüt yeşili taşlarla kaplı Buda heykeli tam merkezde bulunmaktaydı ve ona çarpan ışık çok mistik bir görüntü oluşturuyordu.
Yavaş adımlarla ve hayranlık dolu gözlerle piramitlerin tam arka kısmında devasa Ankh sembolünün altındaki kapıya yöneldi.
Bir Arap şeyhinin sarayının girişi gibi kapı tamamen altınla kaplıydı, aradaki tek fark bu kapının üzeri tamamen Moav lehçesiyle yazılmış İbranice korunma dualarıyla kaplıydı. Bu dili öğrenmek için 3 ayını Harvard Üniversitesi’nde geçirmişti.
O zamanlar insanlar dalga geçmişti ama babası ısrarla öğrenmesini istemişti genç adamdan.
Ve bu ısrarın sebebi herhalde sadece bu kapıyı açmak için olamazdı…
İhtiyacı olan kodlamayı biraz zor da olsa okuyup 5. sütundaki rakamları girince kapı, sarsılır gibi bir sesle açıldı.
Öncekilere göre daha küçük ve sade bir odaydı ve beklediği, bulmayı umduğu tam karşısında odanın tam ortasında duruyordu.
Babasının ve ondan önce dedesinin her dolunayda çıkartıp içindeki defterlere kayıtlar aldığı o mermer muhafaza tam karşısındaydı.
Tam tepe¬sendeki gökyüzünü andıran gece mavisi tavanda devasa Venus yıldızı durmaktaydı, tanrıça heykellerindeki gibi yine kristallerden yapılmıştı bu yıldız da.
Salondaki 4 farklı köşeden gelen ışık, direk yıldıza çarpıyor ve inanılmaz bir şekilde ışıldıyordu.
Ağır adımlarla ilerlerken,
Simsiyah zemini kaplayan kristalimsi taşlar yansıyan bu ışık yüzünden sanki Samanyolu üzerinde yürüyormuşsun hissi yaratıyordu…
Bütün duvarlar tıpkı babasının tabutunda olduğu gibi insanlık tarihindeki var olmuş bütün inançları simgeleyen sembollerle doluydu…
Dört duvarda devasa:
Müslümanlığı temsilen hilal,
Hristiyanlığı temsilen hac,
Yahudiliği temsilen Davut yıldızı,
Budizmi temsilen oturan Buda figürü,
Yeryüzünde yaşayan ve en çok inanılan 4 din, 4 cephenin üst noktalarında yerini almıştı.
Bunların altında da yaşayan ya da kaybolmuş bütün inançları sembolize eden figürler durmaktaydı.
Bir kısmını biliyordu, tanıyabiliyordu ama büyük çoğunluğu yabancıydı.
”Onca yıllık eğitimime rağmen hala öğrenecek ne çok şey varmış” diye geçirdi aklından.
Ağır ağır ortadaki mermer muhafazaya doğru yürürken, başlatacağı kıyametten ve insanlığın ulaşabileceği kötülük seviyesinden çok da uzakta değildi aslında. 30-40 yıl, insanlık tarihi için çok da uzun bir zaman süreci değildir…
Dünya kaç kez yok edildi ve yeniden hayat başladı…!!!
Jeologların çalışmaları ve uranyum kurşun tarihlendirmesi yöntemi ile vardıkları sonuç, yaşadığımız dünya 5.5 milyar yaşında, yerkabuğu ise 4.4 milyar.
Dünyanın yaşanılabilir bir atmosfere sahip olması 1 milyar yıl alsa demek ki canlılar 3.5 milyar yıldır var, 50 yıl nedir ki…???
Aklından bunlar geçerken muhteşem mermer muhafazanın önüne geldi.
Muhafaza tek parça oniks mermerinden yapılmış, muhteşem bir işçiliği vardı.
İçerisindeki deri kaplı defterleri çok rahat görebiliyordu kırmızı ve siyah desenlerin arasından.
Bu mermer, antik Yunan’da ve Romada “tanrı taşı” olarak deniriyordu.
Muhteşem bir görüntüsü vardı.
Dört kenarı, minik piyano tuşuna benzeyen çıkıntılarla çevrilmişti.
Her tuşta bir harf ve sembol işlenmişti.
Rastgele karışık bir sıralama ile yerleştirilmiş gibi duruyorlardı.
Kapak kısmının üzerinde birçok antik semitik dilde:
”Tanrının ilk tutarsızlığı”
“Prima inconstantia Dei”
“חוסר העקביות הראשונה של אלוהים”
“ἡ πρώτη ἀσυνέπειᾳ τοῦ Θεοῦ”
“Ahura Mazda-ya paşa vadiš ašmā”
yazmaktaydı.
Sandığı açabilmesi için çevresini saran tuşlara doğru şekilde basmalıydı, yanlış basması halinde ne olacağına dair en ufak bir fikri yoktu…
Buraya kadar rahat bir şekilde yol aldıktan sonra, ilk hedefine ulaşması bu cümleyi çözümlemesine bağlıydı.
Çünkü hemen arka kısımda 6. bir kapı daha vardı, demek ki bu sandıktan daha da önemli bir şey o kapının ardında beklemekteydi…
Bu sefer sütunlardan fazlası lazım, bütün salona göz gezdirmeye başladı, bir ip ucu arıyordu ve mutlaka buralarda bir yerde bir şeyler olmak zorundaydı, olmalıydı.
Tek tek duvarları dolaşmaya başladı, her birinin önünde durdu, sembollerini incelemeye, dikkatle süzmeye başladı. Tamamına baktı ama bir sonuca varamadı.
Neredeyse sabah olmak, güneş doğmak üzereydi, saatlerdir buradaydı ve dinlenmesi gerekiyordu, yorgun olduğunu hissetti.
Yukarıya çıkıp biraz uyuması ve elindeki kaynaklardan ”tanrının ilk tutarsızlığı” nedir araştırması gerekiyordu.
Belki dedesinin ya da babasının notlarında bir şeyler bulabilirim diye düşünüp çıkış yoluna yöneldi.
Kiler kapısından çıkıp mutfağa girdiğinde camdan güneşin ilk ışıkları belirmeye başlamıştı.
Bir parça peynir kesip bal kavanozuna batırdıktan sonra bardağına doldurduğu sütle hızlı bir şekilde yedi ve yatak odasına geçti. Alarmını öğleden sonra 4 için kurdu, aklında bir sürü soru ile uykuya geçti..