Bölüm 6
Gradus In Tenebris Surgentes
Karanlıkta Yükselen Adımlar
“Cum mentis confusio, quaestiones plures augentur; unicuique responsum novum additur, et tandem omnia incertiora fiunt.”
“Akıl karıştıkça, sorular çoğalır; her cevaba bir yenisi eklenir ve nihayetinde her şey daha da belirsizleşir.”
Ağır ağır banyoya doğru yürürken aklından geçen soru şuydu:
“Tanrının ilk tutarsızlığı… Ama hangi Tanrı? Kimin tanrısı?”
Yahudilerin, köylü kurnazı; her fırsatta pazarlık yapan, yok etme noktasında acımasız olan tanrısı mı?
Yoksa havarilerin şekillendirdiği, İsa mı Yahya mı seçtiği belli olmayan; Zeus gibi etten kemikten bir insandan yarı tanrı çocuk sahibi olduğuna inanılan Hristiyanların tanrısı mı?
“Birbirinizi sevin, saygı duyun, sahip çıkın.” diyen ama aynı zamanda köleliği anlatan ayetler gönderen Müslümanların tanrısı mı?
Bunların benzeri binlerce tanrıdan bahsedebiliriz…
Anahtar olan tutarsızlık neydi?
Duştan çıkıp üzerini giyindikten sonra mutfağa geçti. Kahve makinesine sevdiği çekirdeklerden taze çekip, iki büyük yemek kaşığı koyduktan sonra düğmesine bastı.
Tezgaha geçti, ekşi mayalı iki dilim ekmeğini kızarttı. Üzerlerine dolaptan çıkardığı zeytin ezmesini sürdü. Biraz yeşillikle birlikte, kurutulmuş et ve peynirle çok sevdiği sandviçini hazırladı. Kahvesini doldurup salonun büyük camının önüne geçti.
Sandviçini düşünceli bir şekilde yerken, kafasında dönüp duran sorulara yanıt arıyordu. Hafızasını zorluyordu…
Sandviçini bitirdiğinde, kahvesi de tam demini almış vaziyetteydi. Büyükçe bir kupaya doldurdu, tekrar camın önüne geçip muhteşem, karla kaplı dağ manzarasını izlemeye koyuldu. Kafasının içinde dönüp duran soruların cevaplarını aramaya devam etti.
Dedesinden ve babasından aldığı tavsiyelerle okuduğu kitaplar:
Thomas Aquinas – Tanrı’nın Varoluşunun Kanıtları
David Friedrich Strauss – İncil’in Eleştirisi
Friedrich Nietzsche – Tanrı’nın Ölümü
Jean-Paul Sartre – Ateizmin Savunması
Immanuel Kant – Din ve Ahlak Üzerine
Baruch Spinoza – Tanrı, Doğa ve İnsan
Ludwig Feuerbach – Hristiyanlık Üzerine Eleştiri
Edward Burnett Tylor – Dinlerin Kökeni ve Etkileri
Bunlar çok nadide ve önemli eserlerdi. Doktora yaptığı yıllarda, hocalarının bile çoğunu okumamış olduğunu biliyordu. Genç Nuraz’ın bu kitapları okuduğunu öğrenince hayrete düşmüşlerdi.
Ama bilmedikleri bir şey vardı: Genç adam bu kitapları birer roman ya da akademik merak için değil; amacına yol gösteren trafik tabelaları gibi okumuştu…
Okuduklarını, dinlediklerini, beyninde birer birer analiz etmeye başladı. Kahvesini yudumlarken aklından geçenler, dışarıda gördüğü kar tanelerine benziyordu: Her biri bir diğerinden farklıydı, her oluşan cevap bir sonrakine uymuyordu.
“Politeist dinlerde on binlerce tanrı var. Bunlar zaten sürekli birbiriyle savaş halinde, sürekli bir tutarsızlık içindeler. Bu, 10/3 işleminin kesin bir sonucu olsun diye uğraşmak gibi olur.
Monoteist dinlerde ise tek tanrı var ama hangisi? Dışarıdan bakıldığında hepsi tek bir tanrı gibi görünüyor ama içine girip eleştirel bakıldığında hepsi farklı karakterde.
Üstelik, monoteist dinlerde din uğruna ölen insan sayısı, politeist savaşların belki de on katı. Bu kadar kaosun içinden bir cevap bulmak zorundayım…”
Dedesinin, babasının ve kendisinin sürekli bu kaosu sorguladıkları için yaşadıkları toplumda bir nevi kamufle hayat sürüdürmek zorunda kalmışlardı.
Dedesinin bu yüzden, yaşamını modern dünyanın dışında, insanlara uzak ama ulaşılabilir bir mekânda sürdürmeyi seçtiğini biliyordu. Aynı düşünceye bağlı olan diğer insanlar da benzer şekilde, görünmeyen ama var olan bir topluluğun üyeleri gibiydiler.
Dedesinin bu inanç tarzına asla “din” demediğini hatırladı. Sorulursa, sadece “bir düşünce yapısı” şeklinde tarif ederdi.
“Belli bir kalıba bağlı kalmadan, sürekli gelişen, evrimleşen, dünü tecrübe sayan ve yeniliği, gelişmeyi hedef alan; sürekli modifiye edilen bir düşünce sistemi… Bir açıdan evrenin kendisi gibi: sürekli büyüyor ve genişliyor.”
Genç adam, ikinci kupa kahvesini de bitirmişti. Ama hâlâ kafasındaki soruya çözüm olabilecek bir cevaba ulaşamamıştı. Hatta çözüme yaklaşamamıştı bile.
Cevap hâlâ şuydu:
3.3333…
Makinede kalan son kahveyi de kupasına doldurdu. Belli ki gece uzun olacaktı. Yeni kahve çekirdeklerini değirmene koydu, makineye ekledi ve düğmesine bastı.
Koltukta kahvesinden bir yudum alıp gözlerini kapattı. Salonun içindeki muhafaza odasını, duvarların üst kısmındaki dört büyük inancı sembolize eden figürleri düşünmeye başladı.
Her figürün altında yer alan, diğer inançların sembolleri…
“Aralarında nasıl bir bağ olabilir ki?”
Son dönemlerin popüler iddiası aklından geçti:
Hristiyanlık, Yahudiliğin devamı; Müslümanlık ise bu iki büyük dinin modifiye edilmiş hâliydi.
Kur’an, kendisinden önceki bu iki dini kapsayan çok detaylı bir kitaptı.
Bu teoriyi baz alırsak, mantıklı gibi görünüyordu…
Ama Müslümanlar, önceki iki dinin bozulduğuna inandıkları için bu teoriye karşı çıkıyorlardı.
2.000 yıllık tartışma, belki 20.000 yıl daha sürecekti.
Kim haklı, kim değil… Mesih gelince öğrenecekler anlaşılan.
Kahvesinden bir yudum daha aldı.
“Şu anki çözümsüzlüğün konusu bu tartışma değil.” dedi içinden.
Asıl sorması gereken soru şuydu:
Tutarsızlık sorununa çözüm olacak nasıl bir bağ vardı bu karmaşanın içinde?
On binlerce farklı inancın, bu dört sembolün altında nasıl bir bağlantısı olabilirdi?
Hepsi bir şekilde birbirini etkilemişti. Bir şekilde kaynaşmalar olmuştu.
Tutarsızlık bu kaynaşmalar mıydı?
“Ama sadece Paganizm’den Hristiyanlığa geçmiş yüzlerce şey var.
Benim ihtiyacım olan ise tek bir cevap…” dedi kendi kendine.
Yeni demlenen kahvesinden bir fincan almak için kalktığında, şöminenin önünde boş duran koltuğa baktı.
Artık bir dekoratif obje, bir anı olarak şöminenin üstünde duran fonograf cihazı* gözüne ilişti.
Bir anda, dedesiyle yaşadığı bir anı canlandı hafızasında.
Dedesinin, bir gün şöminenin önündeki koltukta otururken, antika fonograf cihazına Enrico Caruso’nun seslendirdiği La Traviata operasının kaydedildiği membran diski ** yerleştirdiği anı…
Her ay, yurt dışından özel olarak gönderilen Partagás purosunu içerken, gözleri şöminedeki alevlerdeydi.
Boşta kalan sol eliyle koltuğun kenarında müziğe eşlik ediyor, ritim tutuyordu.
Alevlerin dedesinin üzerindeki yansımaları, mistik bir görüntü oluşturmuştu.
Müzik biraz cızırtılıydı ama o atmosferde her şey yerli yerindeydi:
“Allegri, in un sorso
Di felicità!
Un po’ d’amore e felicità
Mi piace in breve!”
“Neşeyle, bir yudum mutluluk!
Biraz sevgi ve mutluluk
Kısa sürede hoşuma gider!”
Dedesinin sesiyle irkildi:
“Gel bakalım küçük Nuraz, uyumadın mı sen?”
Ve sonra,
“Gel, sen de müziğin büyüsüne bırak kendini.”
Gerçekten etkileyici bir ses ve armoni doldurmuştu odayı.
Sonra dedesi şöyle demişti:
“Beni çok dikkatli dinle Nuraz…
Gözlerimiz ne kadar yakın bakarsa baksın, bazen cevabı görmek için içsel bir uzaklığa ihtiyaç duyarız.
Çözümsüz gibi görünen her şeyin cevabı, içimizde büyüttüğümüz o ışıkta saklıdır.
Bizler, kendimizi aydınlanmaya adamış insanlarız.
İnsanları hiçbir zaman karanlığa mahkûm etmemeliyiz.
Onlara, gecenin en karanlık anının, güneşin doğmasından hemen önceki an olduğunu ama
güneşten önce, sabah yıldızının kendini gösterdiğini anlatmalıyız.
Karanlığa ilk kılıcı çeken, ışığın efendisidir…”
“Evet…” dedi kendi kendine.
“Dedem çözümü yıllar önce, tam da bu salonda, bu noktada bana göstermişti…”
“Çözüm bende.
Benim içimde, yani beynimde.
Sadece karanlığın ardını görmeliyim…”
Karanlığa karşı ışık.
Işığın kılıcı.
Evet…
Cevap aslında karşımda değil.
Başımın üstünde…
Tabii ki…
Bütün semboller kenarlardayken bir tek o, tepede…
Güneş yok.
Ama orada Venüs yıldızı var.
Kadim Pagan inancında, “ışık taşıyan”, bilginin ve aydınlanmanın efendisi Lucifer’ın yıldızı.
Cevap tepemdeydi.
Tutarsızlık buydu işte!
Özgür iradenin ve dikbaşlılığın sembolü…
Katolik Kilisesi,
“Benden başkasına eğilmeyeceksin, diz çökmeyeceksin, tapmayacaksınız” derken…
İnsanın önünde diz çökmesini istendiğinde,
“Hayır!” deyip cennetten kovulan figür Lucifer olmuştu.
Ama o sadece hayır dememişti.
Işığa ulaşmanın başka bir yolu olabileceğini savunmuştu.
Pagan inancı içinde en korkulan tanrı figürü olan Lucifer,
bilgiyi temsil ediyordu.
Ve hiçbir lider, gölgede kalan özgürlüğün peşinden giden, asi bir ruhla başkaldıracak bir rakip arzulamazdı…
Kilise,
aydınlanmanın ve bilgeliğin tanrısı olan Lucifer’ı aldı,
orman tanrısı Pan’ın görunltüsü ile birleştirdi
ve mükemmel bir şeytan figürü yarattı.
2000 yıldır da insanlara, kötülüğün ve günahın sembolü olarak sundu.
Ama evet, cevap buydu:
L
U
C
I
F
E
R
Bu isim, o kadar kötüleştirildi, karartıldı, çarpıtıldı ki…
Artık kimse onun bilgiyi savunduğunu,
aydınlanmayı temsil ettiğini,
korkusuzca hayır diyebildiğini
hatırlamıyordu bile…
Ama genç adam artık biliyordu:
Gerçek bilgelik, kutsallaştırılan dogmaların içinde değil;
aydınlatılmış karanlığın içinde saklıydı.
Ve o karanlıkta yükselen her adım,
ışığa biraz daha yaklaşılan bir adımdı…
*Fonograf cihazı, sesin kaydedilmesini ve tekrar çalınmasını sağlayan ilk mekanik alettir. Thomas Edison tarafından 1877 yılında icat edilmiştir.Fonografın temel özellikleri:
Fonograf, günümüzde kullandığımız ses kayıt teknolojisinin atasıdır. Günümüz dijital kayıt sistemlerine uzanan yolun ilk adımlarından biridir.
· ** Membran diski, genellikle sesin veya basıncın iletilmesi, algılanması veya kontrol edilmesi amacıyla kullanılan, ince ve esnek bir yüzeye sahip disk şeklinde bir parçadır. Fonograf cihazlarında, sesin kaydedildiği ve çalındığı sırada titreşimleri iletmekte kullanılır.