Bölüm 9:
Kendini Geçmek, İzleri Aşmak…
Ars progressus et illuminatio est non sequi et imitari eos qui id perfecerunt, sed eos superare… In illis latet potestas creare vincula quae suae voluptatibus et cupiditatibus coercere.
İlerlemenin ve aydınlanmanın sırrı; bunu başarmış olanların peşlerine takılıp taklit etmekte değil, onların önüne geçmekte… Onları, kendi keyif ve tutkularına gem vurabilecek zincirleri yaratabilmekte saklıdır…
Fakat ya tüm bu zincirler, başından beri yanlış ellerde örülmüşse?
Ya kutsal sandığın her kelime, bir labirentin girişinde dikilmiş aynalar kadar aldatıcıysa?
Ya hakikat diye eğildiğin ışık, aslında gölgeden başka bir şey değilse?
Düşün… Belki de en derin sapkınlık, sana neyin sapkın olduğunu fısıldayan sesin ta kendisindedir.
Gerçek, hiçbir zaman bağırarak gelmedi.
O hep sessizliğin arasından sızdı, bir kıvılcım gibi, göz kapaklarının arkasında çakan bir ışık gibi…
Ve sen — evet, tam da sen — her defasında gürültüye inandın, fısıltıyı unuttun.
Babasının kitabını ayırdı; son yazım oydu çünkü son 35-40 yılın dünya ve Türkiye siyasetine ilişkin çok ciddi bilgiler vardı içinde. Defteri incelerken fark etti ki, kapağını kaldırdığınızda iç kısmında sol üst köşede hem tarihsel hem kronolojik bir sıralama vardı. İkinci bavulu da açtı ve binlerce kitabı tek tek elden geçirip bir akış düzenledi ve sehpanın üzerine ona göre yerleştirdi. Sehpanın üzerinde şu an 1000 adet kitap vardı ve,
No:1 Itu’r’a aitti, MO 1600…
Ama bu imkansızdı. O dönemde böyle bir defterin yazılabilmiş olması dil olarak Akadca ve antik Arapça olması… Bu nasıl olabilirdi? Kafasında sorularla defteri kenara bıraktı ve asıl başlaması gereken defteri eline aldı, dedesine ait olan defteri…
Bütün defterler tekti ama bu iki defter birbirine bağlanmıştı ve birinin üzerinde çok güzel bir Fraktur yazım stiliyle “NURAZ’A” yazılıydı… Elleri titreyerek önce iki defteri birbirine bağlayan keten ipi çözdü. Sonra isminin yazılı olduğu defteri alıp, sominenin başındaki koltuğa geçti ve sehpanın üzerine bıraktı.
Somineye birkaç tane daha iri kütük attıktan sonra müzik sistemine yöneldi. Çekmeceyi gözden geçirirken LP’lerin arasında Robert Johnson gözüne çarptı. Çok başarılı bir sanatçıydı ve belki de en gizemli olanıydı o. Akıllıca bir şey yapıp kendisine o tavsiyeyi veren gizemli insanı dinlemiş ve o dört yolun kesişme noktasında kendisini başarıya ulaştıran kişiyle buluşmuştu…
LP’yi aldı ve playere yerleştirdi. Cızırtıların ardından muhteşem gitarın sesi hafiften salonda duyulmaya başladı. Genç adam kahve kupasına taze kahvesinden doldurup koltuğa geçti ve okumaya başladı:
Merhaba Nuraz,
Birçok şeyden emin olduğum gibi bundan da emindim, sen bunu başaracaktın. Bir gün bunları okuyacaktın ve baban gibi insanlığın aydınlanmasına, ilerlemesine, kaostan çıkmasına çözüm yolları üreteceksin.
Baban ve sen, benim dünyaya kazandırdığım birer mucizesiniz; muhteşem sanat eserlerisiniz…
Ben hiçbir zaman affedilemeyecek çok kötü şeyler yaptım; iyi olduğunu düşündüğüm, inandığım idealler uğruna yaptım ama hataydı…
Son nefesime kadar bunun vicdan azabını çekeceğim; kendimi asla affetmeyeceğim ve bir gün bu azapla öleceğim…
Ve biliyorum ki asla ışığın efendisi beni affetmeyecek ve cezam sonsuz olacak ama en azından baban ve sen benim lanetimle değil, özgür iradenizle doğru işlerin parçaları olun…
Kendi kendime yarattığım lanetli mirasımı değil, ışığın gösterdiği yolda yarattığım mirasımı sahiplenin ve onunla devam edin. Ömrünüz boyunca korkarak, utanarak saklanmayın; vatansız, kimliksiz, yalnızlık içerisinde olmayın…
Baban görevini ona devrederken, kendisi için yazdığım defteri okuduğunda neler hissetti bilmiyorum ama biliyorum ki yaptıkları birçok insanın hayatını kurtardı ve özgürlüklerine kavuştular. Ama sen çok daha iyilerini yapma şansına sahip olacaksın…
Teknik imkanlar gelişen teknoloji sana çok daha büyük imkanlar sağlayacak. Bizim Jules Verne, Mary Shelley, Edgar Allan Poe, H.G. Wells, Karel Čapek hikayelerinde okuduklarımız senin için dokunulabilir gerçekler olacak.
Çocukların için ise ilkel kalmış teknoloji içeren keyifli kurgu hikayeler…
Bu kısmı okurken kendi kendine gülümsedi genç adam, “Çocuklarım,” dedi kendi kendine.
Kendine acıdığı için miydi yoksa bir türlü doğru kelimeleri bulup yıllardır ona duygularını ifade edemediği için mi kararsız kaldı? Bir çözümlemeye ulaşamadı. Tarih, felsefe, mitoloji, sinema, müzik, herhangi bir konuda saatlerce konuşabilirdi ama mesele kadınlar olduğunda nedense doğru kelimeleri, ifadeleri bulamadığı, yanlış bir ifade ile kaybetme korkusundan suskun kalıyordu… Neyse ki sürekli bir didişme içinde olduklarından güç odaklarıyla bir avukata sürekli ihtiyaçları oluyordu ve babası bu tür görüşmeler için kendisine görev veriyordu; sürekli İstanbul’a gidip gelmesi gerekiyordu…
Her gittiğinde avukat hanımın parmaklarını boş görünce derin bir nefes alıyor, hala umut var deyip keyifle yemek yiyor, kahve içiyor, saatlerce sohbet ediyordu dava dosyaları yanında…
Nadir bulunan bazı kitaplardan hazırladığı küçük hediyesini verip geri dönüyordu.
Bir kaç yıl önce doğum gününde çalışma masası için ona bronz bir Hecate biblosu hediye etmişti. Avukat hanım bibloyu görünce tanımış ve,
Avukatlara ve hukukçulara genellikle Themis heykeli hediye gelir. Hecate nereden aklına geldi? demişti.
Genç adam da bibloyu önüne doğru çekti ve aslında bu seni anlatıyor, her yönüyle dedi. 3 adet yüz bulunan biblonun bıçak tutan kadın kısmını gösterip, “Burada savaşçı olan sen, asla pes etmeyen, doğru bildiğinden sapmayan, para için bile olsa ideallerini satmayan sen,”
Elinde ip tutan kısmını çevirip, “Burada bilginin sonsuzluğunu elinde tutan, sürekli bir öğrenme, aydınlanma, kendini geliştirme peşinde olan sen,”
Son cephede elinde meşale olan kadın ise tıpkı isminin anlamını içerdiği gibi bir Nana, şefkatli bilge, tertemiz kalbi olan, sürekli elini insanlara uzatan kadın. Bu küçük heykelcik aslında karşımdaki tek bedende 3 kadın yaşatan seni anlatıyor gibi geldi, demişti.
Nana’da heykeli masasındaki Themis heykelinin tam karşı köşesine koyup, adaletin ve bilgeligin karşısında oturtmuştu masasına oturanları…
Bütün bunlar bir rüzgar hızıyla aklından geçmişti genç adamın…
Kalktı, bir kahve daha doldurdu kupasına ve koltuğuna geri dönüp dedesinin yazdıklarını okumaya devam etti.
İnsanlar isterse tamamen özgür iradeleriyle kötülük yapmayı seçerler…
Oluşan koşullar gereği özgür iradelerini kullanamadan kötülük yapmayı bir kurtuluş, hayatta kalma seçeneği olarak seçerler. İyi bir şeyler yaratabilmenin yolu olarak yaptıkları kötülüğü görürler; tıpkı bilim insanlarının geliştirdiği bazı şeyler için insanları ve hayvanları denek olarak kullanmaları gibi…
Kötülük, bakış açısına göre anlam kazanır ve derece kazanır. Ben, kendim için bir kalıp seçmedim ve kötüydüm dedim, kabul ettim. Bir noktadan sonra, kendi vicdanımı rahatlatmak, yeni kimliğimde iyi bir insan olmak için çabaladım.
Evet, yeni kimliğim; doğru okudun: Ben ”Emre Gönül Jolfsenef” olarak doğmadım, 1944 yılında bu isimle yeniden doğdum. Ve evet, doğru, 1950 yılında babanla birlikte Brezilya’dan buraya geldik. Babaannen Irene Scherzer ve amcam Adolf, bir yıl önce salgında vefat ettikleri için sadece babanla birlikte çok gizli yollardan Türkiye’ye ve bu yaşadığımız yere geldik.
Neden burası kısmını daha sonra anlatacağım…
Çocukluğundan beri etrafımızda gördüğün, sürekli bize gelip giden o insanlar, her adımda benim yanımdaydılar. O insanları tanımadan önce yaptığım binlerce hataya, içimde cehennem gibi yanan ve bana dayanılmaz vicdan azapları yaşatan hatalara rağmen, bu acılarla yaşayabileceğimi anlatan ve hala dünyaya verebileceğim güzel bir şeyler olduğunu gösteren bu insanlar, ışığın insanlarıydı.
Bana, Şeytanın bile Şeytan olmasının bir amacı olduğunu öğrettiler. Yaptığından pişman olduğu için gözlerinden akan yaşların nasıl bir tufana dönüştüğünü anlatan Ezidi inancını ve benzeri birçok miti onlar sayesinde öğrendim.
Onları tanımadan önceki zayıflıkları olan insan gitmiş, özgür iradeye inanan, hayatındaki karanlığı yok etmeye çalışan ben gelmiştim. Belki sana anlatmak istediklerimi bitiremeden öleceğim, belki yarım kalacak ama bilmelisin ki, her satırı doğru, yalansız ve pişmanlıklarla dolu bir ihtiyarın torununa günah çıkartmasıdır bütün bu satırlar…
Deden Emre Gönül Jolfsenef aslında 16 Mart 1911’de Almanya’nın Günzburg kasabasında doğmuş olan Josef Rudolf Mengele’nın ta kendisidir…
Genç adam, yaşadığı şokun etkisiyle titreyen ellerinden defteri düşürdü. Dedem bir Nazi savaş suçlusu muydu?
Bu nasıl olabilir? Yıllarca dünyada insan avı yaşanmış, Güney Amerika’da doğal sebeplerden ölmüştü Mengele. Bu imkansız…
Defteri aldı, yeniden okudu, sehpa üzerine bıraktı. Hala yaşadığı şokun etkisiyle titriyordu. Mengele, yani dedesi, onbinlerce insanı deneylerinde öldürmüştü. Başta İsrail gizli servisi, bütün dünyada bir insan avı başlamıştı. ABD, bazı Nazi bilim insanlarıyla birlikte onu da saklamak istemişti ama bulamamışlardı. Ne hissedeceğini bilemiyordu. Tezgah kısmına geçti, büyükçe bir bardak suyu tek yudumda içti. Bütün vücudu terlemişti. Kızmalı mı, nefret mi etmeliydi?
İnkar mı etmeliydi?
Her şeyi unutup, kimsenin bilmediği bu sırrı kendisi de mi unutup yok saymalıydı ve hayatına hiç yokmuş gibi devam mı etmeliydi?
Yıllardır içinde bulunduğu bu topluluk…
Sorgulamaya başlamıştı ama kafasındaki soruların cevapları bu defterde kayıtlıydı.
Kupasına bir kahve daha doldurdu, müzik susmuştu ama duymuyordu zaten.
Tekrar koltuğuna geçti, son cümleyi baştan alıp okumaya devam etti…
Gayet varlıklı, hiçbir malı problemi olmayan bir ailem vardı. Babam Karl Mengele, bir sanayiciydi ve benim de onun yolundan gitmemi istiyordu. Annem Franziska Mengele, çok güzel bir kadındı ve babama deli gibi aşıktı…
Lise yıllarımda elime geçen 1 Ocak 1818 yılı ilk baskı, Mary Shelley tarafından yazılmış ”Frankenstein” romanı beni çok etkilemişti. Muhafazakâr bir ailem vardı ama kitap bende sorular oluşturmuştu…
Ben de tıp okumaya karar verdim ve her fırsatta kitabı yeniden, yeniden okuyordum. Satır satır ezbere bilmeme rağmen yine yeniden okuyordum.
Okuma listeme Robert Louis Stevenson’ın “The Strange Case of Dr Jekyll and Mr Hyde”, H.G. Wells’in “The Island of Doctor Moreau”, Aldous Huxley’nin “Brave New World” kitapları da eklendi ve merakım, ilgim büyüdü. Yapılabilir mi sorusu kafamın içinde dönüp durmaya başladı…
Tıp, antropoloji ve Semitik diller üzerine üç üniversiteye aynı anda devam ediyordum. Zorlayıcı olsa da benim için hepsi bir arada olmalıydı. Birçok insan ve okullardaki profesörlerime göre gereksiz ve yorucu görünse de bana hepsi birbirleriyle bağlantılı görünüyordu…
Babam işlerini devam ettirebilmek için o dönemde popüler olan Nazi Partisi’ne katılmıştı. Belki de işlerinin devamlılığı için yapmak zorunda olduğu şeydi.
Üniversitedeki başarılarım partiye duyulunca, beni de dahil ettiler. Hayatımın aşkı olan Franziska ile olan ilişkimiz çok yeniydi ve o buna karşı çıkmıştı. Neden yaptığımı, mecbur kaldığımı anlamak istemiyordu, anlayamıyordu…
Babam işini korumak, ben ise sonsuz çalışma imkanlarına sahip olmak için girmiştim karanlığın içine ama hiçbir zaman olayların o derece vahşet katliam boyutlarına varabileceğini tahmin etmemiştim. Bir noktadan sonra, ben de o kamplardaki herhangi bir Yahudi, eşcinsel veya Çingeneden farksızdım. Aslında ben de ESİRDİM ve sadece hayatta kalmaya çalışıyordum…
İnsanlar, deneklerle yapacağım bilimsel deneylerle ulaşacağım sonuçlar belki asla çocuk sahibi olamayacaklara çocuk, özürlü doğabilecekler için sağlıklı doğum, daha zeki insanlar yaratma çabasıydı…
Batan bir gemiden flika ile kurtulmuş bir grup insan, ellerinde hiçbir şey kalmayınca en zayıf olanı öldürüp yemesi gibi bir şeydi benim yaşadığım. Ahlaken çok yanlış ve kötü ama hayatta kalma güdüsü olayı, ahlaki yapar. Bunlar kendimi savunmak için değil, belki kaçmayı deneyebilirdim ya da intihar edebilirdim ama başarabileceğim şeylerin insanlık için çok olumlu sonuçlar verebileceği için mecburdum.
Delilik ve zorunluluk arasındaki kritik nokta, özgürlüğün ve seçimin rasyonelliğinin tamamen ortadan kalkmasıdır. Ruh hastalığı, insanın rasyonel bir seçim yapabilmesini imkansız hale getirmiştir ya da dışsal koşullar, kişinin özgür iradesini esir almıştır. Bu durumda ortadan kaybolan şey, insanın sadece yapmak istediklerinden dolayı, özgür ve rasyonel bir şekilde seçim yapabilme yeteneğidir. Belki de gerçek tehlike, insanların ne yapacaklarını, ne istediklerini bilemedikleri bir noktada, kendi kararlarının esiri olmalarıdır.
Hitler’in bütün dünyadan yağmalayıp getirdiği binlerce yazma eser, dökümanlar, parşömenler, tabletler, papirüs yazmaları asla sahip olunamayacak sonsuz kaynaklardı; onbinlerce yılın birikimi her gün düzenli önüme geliyordu ekibimle birlikte tek tek inceleme şansım oluyordu. Seni bütün bunlara tek başına sahip olabilecek bir eğitimle donattım…
Bu donanım sana sıradan olanın ötesini görmeni sağlayacak, görünmeyeni görmeni sağlayacak. Şeytan, korkulacak bir varlık değildir; tarihin derinliklerinden günümüze kadar, en yoğun kötülüğü temsil ettiği düşünülen o varlık, içimizdeki düşmandır. Tıpkı bizler gibi görünen, tıpkı bizler gibi konuşan, tıpkı bizler gibi yaşayan bir düşman… İşte, şeytanın en tehlikeli kılığı! Onun karanlık halini değil, sıradan bir insan olarak aramızda sinsi bir şekilde dolandığı halini gözlerinizle görmelisin. İnsan, şeytanın ta kendisidir… Ve o, her an yanı başımızdadır. Sen bunu görebilecek zekadasın, o bilinçle büyüdün, asla bir pareidolia* kaosunun içerisinde kaybolmayacaksın, sana anlattıklarımı asla unutma. Baban, ben seni hep bugün için hazırladık. Gün gelecek, sen de senin çocuğuna aynısını yapacaksın…
İnsan kötü olabilir ve yaptıklarına pişman olup af da dileyebilir ama saf kötülük başkadır. Sadece sonuçların kötülüğünü değil, niyetlerinde kötülüğünü içerir. Başka bir canlının acı çekmesini ve perişan olmasını sırf bunu seyredip haz alma adına istemektir. Hiçbir insan, böylesine bir kötülüğü kabul etmez, bu seviye sadece şeytanda, İblislerde vardır der; realiteyi reddeder ama insan, potansiyel olarak içinde bunu taşır her zaman. Hitler’e bak, Stalin’e bak, Japonların 2. Dünya Savaşındaki “UNIT 731″i incele, göreceksin ki sadece o kırılma noktasını beklemektedirler…
İnsan, bu saf kötülük içeren eylemini adlandırmak suçu kendisi üzerinden atmak için şeytanlık ismini vermiştir ve bu eylemi açıklamak için de şeytan amacına ulaşmak için kendilerini kullanması metaforudur. Ama basit bir mantık: “İnsan şeytanlaşabilir, bu potansiyeli her zaman vardır.”
Bazı insanlar için Katolik dünyasının yarattığı şeytan bir rol model olmuştur…
Ana fikir çok basittir aslında; eğilimlerinden çok motivasyonunun kötü olmasıdır, kendisinin kötü olmasıdır. Böyle bir canlı, insan anlayışının çok üstünde bir yer alır, anlaşılmaz, kaotiktir.
Saf kötülüğün var olabilmesi için şeytanın da var olması gerekmez; bu, sadece onun gibi olma potansiyeline sahip olduğumuz anlamına gelir. Dolayısıyla, şeytanın karakterini incelerken aslında kendi karanlığımızı keşfetmeye başlıyoruz.
Karanlığa çoğu zaman son saniyede muazzam büyüklükte çabalarla ve çok acı bedeller ödeyerek direnip zafer elde ederiz…
Ödediğimiz bu bedelleri, bizlerle olan şairler, yazarlar, gazeteciler, çizgi roman yazarları, senaristler çeşitli şekillerde ortaya çıkarırlar ve bir metafora dönüştürürler, insanları haberdar ederler…
Başka insanlara karşı işlenen dehşet verici eylemleri görmek, bir gün aynı şeyleri ya da belki daha kötüsünü bizlerin de yapma kapasitesine sahip olduğumuzu kabullenmek zorunda bırakır bizi. Bu, insanın karanlık tarafıyla yüzleşmesi demektir. Belki de kötülük kavramının en derin tanımlarından biri, onu kendimizden sakınmak için yarattığımız bir illüzyondur; çünkü içimizdeki o karanlık gerçeği kabul etmek, ruhumuzu yutan bir korkuya dönüşebilir. Beni aralarına kabul eden ışığın insanları, bununla nasıl savaşacağımı da bana öğrettiler, ben de insanlara anlattım. Kendimi asla affetmedim ama en azından başkalarının benim hatama düşmesini engelledim…
Bir şey ancak biri onu “kötü” olarak düşündüğünde öyle hale gelir. Bu düşünce, kimsenin bu kötülüğü umursamamasını sağladığında, bizi absürt bir duruma sürükler; sanki kötülüğü tamamen yok edebilecekmişiz gibi. Ancak “kimse rahatsız edilmese bile kötülüğün rahatsız edici olduğunu” kabul ettiğimiz için çoğumuz bu gerçeği reddedecektir. İnsanının karanlık tarafı, efsanelerdeki canavarlar gibi gizli kalmayı tercih eder. Bu nedenle karanlığı asla küçümseme, normalleştirme. Eğer küçümsersen en sevdiğini ilk önce hedefe koyar, kötülük seni öldürmektense acı çekmeni seyretmeyi sever, bundan beslenir…
Öğretilmiş kötü, şeytan bile aslında dayatmalara karşı çıkmıştır. Tanrı’ya karşı çıkmayı özgür iradeleriyle seçmişlerdir; tanrısal bir tutarsızlığa karşı dik bir duruş sergilemişlerdir. Kötülüğün seçiminde de insanın özgür iradesi yatmaktadır. Sorgularken her zaman ‘Neden?’ sorusunu önce sor, sonra değerlendirebilirsin…
Eğer doğaüstü varlıkların kötülüğünü sorgulayan bir aktör, Tanrı’dan yüz çevirmeyi özgür iradesiyle seçtiyse, o zaman insan denen canlı da aynı şekilde açıklamalara ihtiyaç duyabilir. Çünkü eğer şeytanın karanlık seçimleri dışsal bir gerekçeye muhtaç değilse, insanın kötülüğü de bu tür açıklamalara gereksinim duymayacaktır. Şeytanın kötü niyetli tercihlerini anlayabiliyorsak, o zaman insanın seçimlerini de benzer bir mantıkla sorgulayabiliriz. Karanlığın özünde yatan bu sır perdesini araladığımızda, hem şeytan hem de insan arasındaki bağ daha da korkutucu hale gelir;
İnsan şeytanlaşır…
Her zaman olayların merkezinde bir seçim yapma anı vardır; bu anda özgürlüğümüz ve rasyonelliğimiz tamdır ve bu seçimin sorumluluğunu üstleniriz. Kötü şeyler yaptığımızda, ilkel ya da tarih öncesi benliğimizin üzerimizdeki etkisinden değil, ahlaki ilkeler yerine kendimizi gözeten ilkelere göre hareket etmeyi seçmemizden kaynaklanır. Ahlakın bizden ne talep ettiğini ve neyi seçmemiz gerektiğini biliyoruz; buna rağmen suçluluk hissiyle dolup taşan ruhumuzla özgürce karanlık yollara sapmayı tercih ederiz. Bu seçimlerin ardında yatan bilinçaltının gölgeleri içimizi kemirirken, kendimizi kabullenmenin yükünü omuzlarımızda taşırız…
Gün gelecek, sen de mecbur kalacaksın, seçme şansın kalmayacak…
Genç adam derin bir nefes aldı ve koltuğundan kalktı, defteri sehpanın üzerine bıraktı. Düşünceli bir şekilde diğer defterlerin olduğu sehpanın yanına doğru yürüyüp camdan dışarıya bakmaya başladı. Kar tanelerini ve muazzam manzarayı boş gözlerle seyretmeye başladı. Okuduklarını hazmetmeye, beynini kurcalayan bir sürü şeyi anlamlandırmaya çalışıyordu aslında. Nazi’lerden, yaptıklarından hep nefret etmişti ama şimdi çok sevdiği dedesi onlardan birisiydi ve en çok tanınan ilk 5 isimden biriydi. Tam bir paradoksa girmişti;
Gece çökmüş, karanlık düşünceler kalbini sarmalamıştı.
Nazi nefretinin gölgesinde kaybolmuşken, dedesinin yazdıkları zihninde bir kıvılcım çaktı; düşmanın en derin kuyusunda gizlenmiş olan o korkunç gerçeği fark etti. Dedesinin acısı, kendi oluşabilecek acısının yansımasıydı. Her nefreti bileşenlerine ayırdığında karşısında başka bir hüzün seviyesi belirdi; karanlık bir ormanın derinliklerinden gelen inlemeler gibi duyuluyordu bu hüzün. Karla kaplanmış ağaçların gölgeleri, birbirine dolanmış dallar arasında kaybolmuş ruhlardan fısıldıyordu sanki.
Gözlerinin önünde geçmişteki anıların hayaletleri belirmeye başladı; ihanetlerin ve kaybedilen sevgilerin izleriyle kaplı yüzlerdeki acı, ona tanıdık ama korkutucu bir sıcaklık yayarak içini kemiriyordu. O an anladı ki, nefretinin özünde yatan bu acı, yalnızca düşmanının değil, kendi ruhunun da kalbinde açtığı derin yaralardan geliyordu; her biri karanlığın içine çekilmişken gölgeler arasında yankılanıyor ve ona gözyaşlarıyla yüklü bir özlemle bakıyordu dedesi o an karlı ağaçların arasından…
Düşmanlığın soğuk kollarında sıcaklığını buldu; zira her lanetli hissin ardında saklı kalan o masum parça ona göz kırpmıştı. İkili ruhu arasında dans eden bu paradoks, onu hem tutsak ediyor hem de özgürleştiriyordu. Aklını delice kullanmaya başladığında, kalbindeki çatlaklardan sızan karmaşık duygularla baş başa kaldı. Korkusu büyüyerek içini kemirirken, nefretiyle kurduğu bağın aslında nasıl da derin ve tuhaf bir hayat hikayesine dönüştüğünü fark etti…
Ne kadar boşluğa baktığının farkında bile değildi. Yakın dönemde bir misafirinin yurt dışından getirdiği dergiler arasındaki okuduğu Warrior adlı dergide ”V” isimli bir çizgi roman karakteri vardı ve ”Terör iyilik içinde kullanılabilir” diyordu. Sürekli diktatör yönetimine karşı terör eylemleri düzenliyordu, cinayetler işliyordu, destekçiler de buluyordu. Birinin teröristi, bir başkasının özgürlük savaşçısı olabiliyor, sonuçta Nazi’lerde birilerinin özgürlük savaşçısıydı…
* Pareidolia, insanların rastgele veya belirsiz uyaranlarda (örneğin, bulutlarda, kayalarda, duvar lekelerinde, duman desenlerinde) anlamlı şekiller veya desenler — çoğunlukla yüzler — görme eğilimidir. Bu, beynimizin tanıma ve anlamlandırma çabasının bir sonucudur.
Örnekler:
• Bir bulutun bir ejderhaya benzemesi,
• Ay yüzeyinde bir yüz göründüğünün sanılması,
• Elektrik prizine bakınca “yüz” gibi görünmesi.
Psikolojide ve nörobilimde pareidolia, insan beyninin özellikle yüz tanımaya ne kadar duyarlı olduğunu gösteren ilginç bir fenomendir. Dini vizyonlardan paranormal yorumlara kadar pek çok kültürel inancın arka planında da bu eğilim yer alır.