Bölüm 10
“Fatigatio singulis passibus gravior fit, sed scias quod, quamquam tenebrae quam profundae sint, via ad lucem semper unam passum propius est.”
“Yorgunluk her adımda biraz daha ağırlaşıyor, ama bilmelisin ki, karanlık ne kadar derin olursa olsun, ışığa giden yol her zaman bir adım daha yakındır.”
Kendisini yorgun hissediyordu. Saat gece yarısına yaklaşmıştı ama yatmak istemedi. Beynindeki kaos, devam etmesini söylüyordu. Bu şekilde yatağa girse de sabaha kadar dönüp duracak, uyuyamayacaktı. Ertesi gün ağrı kesicilerle geçmek zorundaydı ve devam etmeye karar verdi.
Müzik sistemine yöneldi önce ve kasetçalara kendi hazırladığı play listlerden bir kaset taktı, “play” tuşuna bastı.
Salonda Fransız besteci Camille Saint-Saëns ait “Danse Macabre” yankılanmaya başladı.
Tezgâha geçti, kupasına kahvesinden koydu. Taze çektiği çekirdekleri de makineye koyduktan sonra hazırlanması için düğmeye bastı. Gece uzun olacaktı çünkü…
Koltukta yerine geçti ve okumaya devam etti:
Birçok insanın güç ve destek arayışının ardındaki nedenleri açıklamak mümkündür; fakat bu yüzeysel açıklamaların ardında yatan derin muamma, başka seçenekler mevcutken neden başkalarına acı çektirmeyi tercih ettikleridir.
Bu karanlık seçimlerin kaynağını sorgulamak, ruhun en derin köşelerindeki korkularla yüzleşmek anlamına gelir. Her birimizin içindeki o karanlık gölgeleri aydınlatma çabası, belki de cehennemvari bir yolculuğun ön habercisidir.
Ben bu yolculuktan öylesine yorgunum ki, zamanımın hızla tükendiğini hissediyorum. Mecbur olduğum anlatılar dışında bu deftere yazmaya başladım; umarım “NEDEN?” sorusu aklında yankılanarak okursun bunları…
Asıl sorun acı çekmek veya vicdan azabı değil; asıl sorun, sorgulayan bir sesin yükseldiği anda cevap bulamamaktır.
“Neden bu vicdan azabı? Ben sadece bilgiye açtım kapımı; kimseyi öldürmedim!” diye haykırdığımda içimdeki fırtınanın dinmemesi…
İnsan, hayvanların en cesuru ve acıya en alışkınıdır. O’nu kucaklayan bir varlığa sahip olduğu sürece her şey kabul edilebilir hale gelir; yeter ki her şeyin bir anlamı olsun!
Ama sahip olduğumuz lanetin kaynağı aslında acının kendisi değil, anlamsızlıktır.
Hedefe ulaşmak ise yeni sıkıntıları doğurur: daha derin ve daha zehirli olan “SUÇLULUK DUYGUSU”.
Fakat tüm bunlara rağmen ben kazandım!
Ve insanlığa kurtuluşu sundum…
Ancak soru da burada başlıyor: Peki ya kazanmanın bedeli?
Belki de gerçek kurtuluş yalnızca dışarıda değil, içimizde sakladığımız o karanlık sırların çözümünde gizlidir…
Politik topluluklar, paylaşılan kimlikler etrafında bir araya gelmek yerine, politik otoritelerin beslediği toplumsal korkuları ve güvensizlikleri somutlaştırarak bu korkuların kaynağı haline gelen hayali figürlere odaklanır.
Cadılar, vampirler, büyücüler, Yahudiler, eşcinseller, göçmenler ve mülteciler gibi ötekileştirilmiş varlıklar; çingene toplulukları ve farklı dini inançları benimseyen bireyler…
Tüm bu sembolik tehditlerin etrafında şekillenen bir dünya tasavvuru yaratırlar.
Bu süreçte iktidarda kalmak veya iktidara ulaşmak adına sadece korku üretmekle kalmazlar; aynı zamanda kendilerini merkeze alarak her şeyi kendi oluşturdukları kurgusal gerçeklik içinde yeniden şekillendirirler.
Korkunun yüceltilmesiyle oluşturulan bu karanlık atmosferde gerçek insanlar, hayali düşmanların tehdidi altında olduklarını hissederek daha da savunmasız hale gelir.
Bu korkutucu oyunla halkı yönlendiren otoriteler, kendi güçlerini pekiştirmek için insanlığın en derin kaygılarını kullanmaktan çekinmezler.
Ve böylece karanlığın perdesi aralanırken, gerçeğin sesi boğulmuş olur…
Bizler bıkmadan usanmadan bu ses olmalıyız; bu illüzyonu bozmalı, insanlara cambaza bakmak yerine yanlarındaki kendileri gibi görünen kötülüğü göstermeliyiz…
Genç adam kafasını defterden kaldırıp dans eden alevlere baktı. Evet, dedesi haklıydı; korkunun büyüklüğüyle doğru orantılıydı.
Bir an kendi kendine gülümsedi.
Aslında dedesi, en başka kim olduğunu açıkça olmasa da bütün dünyaya gösteriyordu; sadece dikkat gerekliydi:
“Emre Gönül Jolfsenef”
“Josef Rudolf Mengele”
Dünyanın bildiği isim, gerçek isminin kısmen Türkçeleşmiş bir anagramıydı…
Çok akıllıca… Hem yeniden doğmuş, hem de geçmişine bağlı…!!!
Makinede yeni demlenmiş kahveden bir kupa daha doldurup koltuğuna yerleşti ve kaldığı yerden okumaya devam etti:
Bu yeni rejimler, meşruiyetlerini kanıtlamak için dini otoriteleri kendi yapılarının temeline yerleştirmek zorundaydılar. Her biri, diğerinin iddialarını reddederek, kendi dini egemenliğini güçlendirme yoluna gitti.
Modern çağın başında, dünya devletlerinin yöneticileri için din, politik çıkarların bir aracına dönüştü ve gücünü pekiştirdi.
Sınırlar artık çitlerle değil, ibadet yerleriyle çizildi. Devletin kabul ettiği muhafazakâr politikacılar, kurdukları partilerle taraftarlarını adeta zorla kendi üyeleri hâline getiriyordu. Bu, zamanla herkes için bir zorunluluk halini aldı. Ve bir süre sonra, o inanç, resmî bir politik ideolojiye dönüşmeye başladı…
Bir ideoloji ki, içinde herkesin nefes almak zorunda olduğu bir kargaşa barındırıyordu.
Kadınların toplumsal pozisyonu o kadar kritik bir öneme sahiptir ki, herhangi bir sapma, düzenin temel taşlarını sarsacak kadar istikrarsızlaştırıcı bir tehdit olarak görülür.
Erkekler ise, sapkınlıkla damgalanmadan önce çok daha geniş bir hareket özgürlüğüne sahiptirler.
Bu yüzden, toplumsal kriz dönemlerinde kadınlar başlıca sorun hâline gelir ve en sert şekilde dayatılması gereken şey, o karanlık dönemde kadının belirlenen rolüdür.
Bu muhafazakâr rejimlerin yarattığı dünyada, düzenin bozulmuşluğunun sembolü kadındır, çünkü aslında kadın, orijinalinde düzenin ta kendisinin simgesidir…
Ve bu simgeyi kırmak, tüm dengeyi altüst edecektir.
Genç adam kafasını kaldırdı, dans eden alevlere bakarken Nana’yı düşündü. Kimse ona zorla bir şeyi kabul ettiremezdi ya da dayatamazdı. Derin bir nefes alıp hafif öne eğilip, kafasını hafiften sağ tarafa eğip konuşmaya başladı mı, kalkan duvarını oluşturmanız lazım…
Ama herkes kendini bu derece geliştirmiş ve güçlü olamayabilir. İşte o zaman, böyle güçlü kadınlar her zaman onların yanında olmalıydı. En azından her zaman olan birisini tanıyordu ve bununla gurur duyuyordu.
O, Tanrıça Hekate gibiydi… Savaşçı, duygusal, bilge…
Kahvesinden bir yudum daha alıp okumaya devam etti:
Cemaatler, yalnızca üyelerinin zihinlerinde var olan hayalî yapılarla inşa edilir.
Kritik nokta, cemaatin sınırlarının, hayalî bir dış tehdidin ve içeriye sızan hayalî düşmanların saldırısı altında olduğunu düşünerek çizilmesidir.
Bu tehdit altında, cemaatin her bir parçası, geçmişin katı inançlarıyla savunulmak zorunda hissedilir.
Sınırlar, hayalî düşmandan duyulan korku ile çizilir ve savunulur; ama bu düşman hiçbir zaman o sınırda durmaz, çünkü o sınır bir aldanmadır, bir hayaldir.
Ve sonunda, o sınırların hayalî olduğu anlaşılır.
İşte bu yüzden düşman, her zaman içimizdedir:
Vampirler,
cadılar,
Yahudiler,
çingeneler,
fanatikler,
farklı inançlar,
farklı ten renkleri,
göçmenler,
mülteciler…
Düşman hiçbir zaman sona ermez.
Çünkü bu korkulara karşı savunulacak şey, sadece sınırlar değil; düşmanın kim olduğu, bizim içimizdeki güvensizlikler ve kaygılarla şekillenir.
Ve bu, politik iktidar ve meşruiyet mücadelesinin her anında sömürülecek bir alandır…
Genç adam kahvesinden son yudumu alıp tezgâhtaki kahve makinesine yöneldiğinde, kendi kendine:
“Evet, çok haklı bu konuda. Bugünün şeytanı sosyalistler ve sosyal demokratlar,” diye aklından geçirdi.
Kahvesini doldurdu. Koltuğa geçmeden ses sistemindeki kasetçalardaki kasetin B yüzünü çevirip yeniden “play” tuşuna bastı.
Salonda, Modest Mussorgsky’nin muhteşem eseri “Night on Bald Mountain” duyulmaya başlandı. Kahvesini doldurup koltuğuna geçti, yeniden okumaya başladı:
________________________________________
Peki, bu korkulara karşı verilecek tepki nedir?
Daha ayrıntılı ve karanlık inançlar mı?
Daha yüksek duvarlar mı?
Daha gelişmiş teknolojik silahlar mı?
Ya da daha güçlü bir otorite mi?
Hayır.
Bizi kurtaracak olan şey, sıkıca sarılmamız gereken ve inanmak zorunda olduğumuz gerçek bir insanlık birliğidir.
Hayali cemaatlerin hayali düşmanları uğruna elimizden alınan şey, aslında insan sevgisidir. Karşılıklı sevgi ve saygıdır. Bizi birbirimize yabancılaştıran, insanları “bizden olmayan” olarak sınıflandıran o korkunç düşünceyi yok etmemiz gereken asıl düşmanlarımız olarak görmeliyiz.
Birbirimizi sevme gücü, bizi bu karanlık çemberden çıkaracak tek silahtır.
Bizi bu şekilde gören bir düşmanla ne müzakere edilir ne de anlaşmaya varılır.
Ve elbette, onun yaptıklarının bir kefareti yoktur.
O, kendi kötülüklerini savaşıyla haklı çıkaran bir varlıktır.
İşte bu düşünceler yalnızca avlanır ve yok edilir… çünkü onların varlığı karanlık bir dünyanın ürünüdür.
Açık düşünmek, düşüncenin sınırlarını kaldırarak özgür bir zihne yer açmak, anlayışımızı ve kavrayışımızı güçlendirir. Bu, bizi kötülüğün tuzağından, kaosun karanlık girdaplarına düşmekten kurtarır; panik yapmamızı engeller ve hatalardan korur.
Kötülüğün kaynağı bazen dışarıdan gelen bir dayatma olabilir, bazen de içsel bir ruhsal bozulma ya da travma…
Ama bu tehlikeyi çok iyi analiz etmeli, ona karşı duruş almalısın.
Bunun en iyi örneği, benim yaşadığım travmadır.
İnsanlara tüm bunları anlatmak için eldeki sonsuz kaynakları kullanmalısın:
Gazeteler,
dergiler,
sinema,
müzik,
tiyatro,
kitaplar…
Her birini kullanarak insanlara korkmamaları gerektiğini anlatmalısın.
Korku, münferit bir olay değildir; son derece çift kutuplu güçler barındıran, sürekli bir durumdur.
Korkunun nedeni, arada sırada deneyimlediğimiz sıkıntılar değil; süregelen düzensizliğin farkındalığıdır.
Anormal olan şey, kaygılandırıcı bir dehşet duygusu değil; hayata dayatılan, kusursuz ve güvenli görünmesi gereken sosyal düzenin safsatalarıdır.
Dehşet, görünen vahşetin uyandırdığı korkudur.
Terör ise belirsiz bir failin tetiklediği, görünmeyen bir korkudur.
Dehşet, görsel bir şovken;
Terör, soyut ve şekilsizdir.
Dehşet, insanları ürpertir;
Terör, dünyalarını temellerinden sarsar.
Dehşetin en basit açıklaması, ölüm korkusudur.
Terörün en yalın tanımı ise, korku yayan ve sosyal yaşantımıza zarar vermeye çalışan bilinmezliktir.
O, görünmeyen bir düşmana karşı duyulan korkudur.
Ve bu görünmezlik nedeniyle, terör dehşetten çok daha korkutucudur; çünkü hayal gücüyle beslenir.
Dehşet, korkumuzla yüzleşmemizi sağlar.
Terör, bizi hayal etmeye zorlar.
Terör, insanlar üzerinde bıraktığı etki sayesinde, etkilenenlerin aracılığıyla maddi bir bedene dönüşür.
Ve o bedende, korkunun en derin hali yerleşir — her an, her yerde var olan bir düşman gibi…
Nuraz en büyük ve en önemli amacın, karanlığın insanları terörize etmesini ve böylece büyüyüp yayılacak alan bulmasını engellemek olmalı…
Bir insan, bir başkasını en kanlı, en canice yöntemlerle öldürebilir.
Ama bu olayın yarattığı dehşet birkaç gün içinde unutulur; çünkü fail bellidir, yakalanır, tutuklanır ve cezasını çeker.
Fakat terörize edilmiş bir toplum, bu travmayı yüzyıllarca taşır…
Cinayet işleyen insanların tercihleri, ne kadar derin bir şekilde koşullandıklarını; geçmişlerinin ve içinde yaşadıkları dünyanın onları kötülüğe nasıl sürüklediğini hepimiz biliriz.
Hiç kimse katil olarak doğmaz.
İnsanların hayatları,
hissettikleri duygular,
bu duygulara verdikleri tepkiler
ve davranışsal seçimleri…
Bunların hepsi birleşir ve insanı cinayetlerin doğabileceği korkunç durumların içine çeker.
“Canavarlık” tabiri, belki de en önemli detayı kaçırır:
Hiç kimse karanlıkta doğmaz; hayat, bir şekilde onları kötülüğün gölgesine iter.
Özellikle yoksulluk, bu insanları karanlığın derinliklerine çeker…
Suça yönelme,
kötü sağlık hizmetleri,
sınırlı eğitim imkânları,
güvensiz toplumsal yaşam,
kötü barınma koşulları,
çevre sorunları…
Bunların hepsi birbirine sıkı sıkıya bağlıdır.
Birden fazla mağduriyetin yaşandığı, yıkıcı düzeyde zor koşullar altındaki alanlar ve haneler, en belirgin göstergeleriyle karşımıza çıkar.
Muhafazakâr entelektüellerin ve politikacıların iddia ettiğinin aksine, en alt seviyedeki toplumsal kontrole sahip bireyler değil;
bu zor yaşam koşullarında desteğe erişemeyen, yalnızlaşmış ve unutulmuş ailelerdir.
Bizler, insanlar en dibe vurmadan önce onlara ulaşmak, onları kurtarmak zorundayız.
Bir ömür boyu vicdan azabı ve suçluluk duygusuyla yaşamak…
Bunu kimse yaşamamalı. Kimse.
________________________________________
Kaderin iplikleriyle örülü bir labirentte dolanıyoruz.
Başarı ya da başarısızlık, bu labirentin çıkmaz sokaklarına mı, yoksa çıkışına mı denk geldiğimize bağlıdır.
Beş kişi bir cinayeti planlasa, tetiği çekecek olan kim?
Bu, belki de kaderin bir cilvesidir.
Peki, diğerleri – elleri kanlı olmasa bile – suç ortağı sayılır mı?
Bu sorunun cevabı, ahlak felsefesinin en karmaşık sorularından biridir.
Kaderin oyununda, iyi niyetli insanlar bile kötü sonuçlara yol açabilir.
Doğru zamanda doğru yerde olmak, bazen bir lanet, bazen de bir lütuf olabilir.
İnsanın kim olduğunu sadece bilinçli olarak yaptıkları belirlemez.
Aynı zamanda doğasındaki eğilimler, yetenekler ve mizacı da buna etki eder.
Ama bir insanın suça meyilli olup olmadığını yalnızca bunlar belirlemez.
Mesela, hiç suça bulaşmamış, iyi biri olarak tanınan birisi…
Belki de yalnızca hayatında bu fırsatı bulamadığı için suça karışmamıştır.
Onunla, karanlık bir yola giren yakın arkadaşı arasındaki fark belki de yalnızca şanstır.
Ama bu fark ahlaki bir fark mıdır?
Ahlaki değerleri ve yargıları farklı olabilir.
Fakat duruşları…
İşte bu duruş aynı değildir.
Ahlak, vicdanla ilgilidir. Ama asıl fark, çok daha derindedir.
Çünkü aslında şans, kim olduğumuzdan çok, toplumun bize nasıl baktığıyla ilgilidir.
Kimi zaman aradaki fark sadece bir bakış meselesidir.
Ahlak ve vicdanla açıklanamayacak kadar gizemli bir farktır bu.
Algılama farkıdır.
Belki de her şey, kim olduğumuzdan çok, ne olduğumuzu düşündüklerimizle ilgilidir…
Ya da belki de her şeyin bir bedeli vardır.
Ve o bedel, yalnızca zamanında ödenir.
________________________________________
Kötülük, insan doğasının bir parçası değildir; aksine, bir bozulmanın ürünüdür.
İnsanlar iyilik potansiyeliyle doğar ve bu potansiyel hiçbir zaman tamamen kaybolmaz.
Kötülük ise, bir şeylerin ters gitmesinin karanlık bir yansımasıdır.
Ancak insanlarda kötülük üreten temel yaşam koşulları, çoğu zaman iyi yaşama arzusunun içinde gizlidir.
İçimizdeki bu karanlık gerilim genellikle fark edilmez.
Ama bu gerilim, hem seçtiğimiz hem de seçmediğimiz her eylemi sinsi bir şekilde şekillendirir ve zamanla kötülüğü besler.
İçsel güdülerin etkisindeki yaşamlar, sadece daha karanlık değil, aynı zamanda daha değersizdir.
Birer yansıma gibidirler; içlerindeki potansiyel, derin bir boşlukla çevrilidir.
Ve bu boşluk, kolay kolay anlatılamaz.
Ahlaki anlamda bir insanın ne kadar kaybolduğuna karar vermek zordur.
Çünkü o kişi her adımda biraz daha kaybolur.
Kötülük zamanla bir gölge gibi sarar ve bir adım daha atıldığında, onu terk etmek çok geç olur…
________________________________________
Genç adam derin bir nefes aldı.
Elini kahve kupasına uzattığında, kupanın boş olduğunu fark etti.
Tam o sırada saat 03.00’ü gösteriyordu.
Saatlerdir okuyordu ve okudukları, ruhunun derinliklerine işliyordu.
Yorgun değildi,
sadece gözlerini biraz dinlendirmesi gerekiyordu.
Şömineye birkaç odun daha attı.
Kahve kupasını alıp tezgâha geçti.
Lavabonun içindeki birkaç bulaşığı yıkadı.
Evi inşa eden ustalar, kış aylarını düşünmüştü;
yandıkça ısınan şöminenin iç kısmında, üst tarafa yerleştirdikleri özel bir düzeneğin sayesinde, kışın ayazında bile musluklardan sıcak su akıyordu.
Kahve makinesinin filtresini çıkardı.
Deterjan kullanmadan, sadece temiz sıcak suyla yıkadı.
Yerine yerleştirdi.
Yeni çekilmiş kahveyi makineye koydu.
Düğmesine bastı.
Karnı acıkmıştı. Kışlık olarak özel hazırlattığı peksimetlerden dört-beş parça aldı. Tabağına biraz tahin helvası ve taze kaşar peynirine benzeyen koy peynirinden de bir parça koydu. Peyniri ve helvayı eşit şekilde dilimleyip peksimetlerin üzerine yerleştirdi. Ardından sobanın yanına geçti.
Yanındaki barbekü kısmının kapağını açıp altına az miktarda köz koydu. Peksimetleri dikkatlice üzerine yerleştirdi. Üzerlerindeki helva ve peynir eridikçe, birer birer tabağına alıyor; sobanın karşısına geçip alevlerin dansını izleyerek düşünceli bir şekilde yemeğini yiyordu.
Babasını hatırladı… O da çok severdi bu lezzeti ve sabah kahvaltılarında yemeye bayılırdı.
Dedesi tarafından yazılanları düşünüyordu. Kötülüğü ve karanlığı hiç bu açıdan değerlendirmemişti. Genellikle düşünceleri sade ve doğrudandı:
“Kötüyse, insanlara zararı varsa kötüdür ve cezalandırılmalıdır.”
Benzer bir konuyu Nana’yla tartışmıştı.
“Bir insan yüzde yüz suçluysa neden savunmak zorundasın?” diye sormuştu.
Aslında cevabı basitti:
“İnsan, suçlu olsa dahi kendini savunma hakkına sahiptir.”
Ama bu mantık her zaman işlemiyordu. Çünkü bazen insanlar, sahip oldukları ekonomik güçle adaleti bile yanıltabiliyordu.
Peki bu yanılgı durumunda mağdurlar ne yapacaktı?
Ya mağdur, kötülüğü yapan kişiyi bir fırsatını bulup öldürürse; suçlu kim olacaktı?
Ya mağdur, bu suçun ardından idam cezasıyla yargılanır ve ceza uygulanırsa ne olacaktı?
Bu ve benzeri olaylar yaşandı, yaşanmakta ve yaşanacak.
Karanlık sadece bir yoldaş değil; aynı zamanda bir davetiyedir.
Adaletin öldüğü, doğruların gölgelerde kaybolduğu bu ortamlarda karanlık bir çağrı yapılır. O çağrı, görünmez bir mühürle basılır ve sessizce dağıtılır. Kimse bilmeden, duymadan, fark etmeden adım adım yaklaşır.
Ve bir kez alındığında, artık geri dönüş yoktur.
Zaten çoktan başlamış olan kaos, insanları farklı yönlere savuracak ve bir noktadan sonra kontrol edilemez hale gelecektir.
Bu karanlık ortamda vigilantizm* doğacak, kaos büyüyüp korkunç bir girdaba dönüşecektir.
Her şey, bir kuraldan, düzenden uzaklaşacaktır.
İşte bu yüzden, aydınlanma, toplumsal huzurun tek kurtuluş anahtarı olmalıdır.
Ancak karanlıkta parlayan tek ışık, sadece eğitilmiş ve donanımlı insanlardır.
O insanlar, kaybolmuş bir dünyada kurtarıcı gibi görüneceklerdir.
Ama unutulmamalıdır ki, karanlıkta parlayan her ışık, aynı zamanda en büyük tehlikeye de işarettir.
Adaletin olmadığı bir dünyada mantık da aranmaz.
İnsanlar, devlet otoritesinin olmadığı bir ortamda kendi adaletlerini sağlama özgürlüğüne sahiptir — bu anayasal bir haktır.
Özgürlük Beyannamesi (Fransızca: Déclaration des Droits de l’Homme et du Citoyen), 1789’da kabul edilmiştir ve Fransız Devrimi’nin temel belgelerindendir.
Madde 16’da şöyle der:
“Herhangi bir toplumda, yasaların saygınlığı devlete gerekli gücü sağlamazsa, o toplumun Anayasası bozulmuş sayılır.”
Bu beyannamede, bireylerin haklarını devlete karşı savunmaları gerektiği, ancak bunun şiddet ya da kaosla değil, yasal yollarla yapılması gerektiği vurgulanır.
Fakat bu beyannamenin kabulünden önceki döneme de bakmak gerekir:
Çünkü adaletin kaybolduğu, toplumun sefalet içinde bırakıldığı, halkın ayaklandığı bu dönemde, söz konusu haklar aydınların rehberliğinde kabul edilmiştir.
ABD Bağımsızlık Bildirgesi’nde ise şu ifadeler yer alır:
“Herhangi bir yönetim, insanların temel haklarını ihlal etmeye başladığında, halk bu tür bir hükümeti değiştirme veya ortadan kaldırma hakkına sahiptir.”
Mustafa Kemal Atatürk de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olarak, 16 Şubat 1933 tarihindeki Bursa Nutku’nda şu ifadeyi kullanmıştır:
“Türk genci, devrimlerin ve Cumhuriyet’in sahibi ve bekçisidir.
Bunların gereğine ve doğruluğuna herkesten çok inanmıştır.
Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir.
Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duyduğunda, ‘Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır’ demeyecektir.
Elle, taşla, sopa ve silahla; neyi varsa, onunla kendi yapıtını koruyacaktır.”
“Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır.
Genç, ‘Polis henüz devrim ve Cumhuriyetin polisi değildir’ diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır.
Mahkeme onu yargılayacaktır.
Yine düşünecek, ‘Demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek.'”
“Onu hapse atacaklar.
Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte, bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek.
Diyecek ki: ‘Ben, inanç ve kanaatimin gereğini yaptım.
Araya girişimde ve eylemimde haklıyım.
Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.'”
Düşünen, aynı zamanda aydınlanmış insan, her durumu tartarak konuşur.
Her zaman ileriye dönük mesajlarını net bir şekilde iletir.
Nana’nın gözlerindeki ışıltıyı görmüştü. Konuşurken âdeta Hecate’ye dönüşmüştü; kelimeleriyle karşısındakini esir alıyordu.
Ama ben, her zamanki gibi, gönüllü esirdim…
Peksimetleri bitmişti. Yavaşça doğrulup tabağını sudan geçirip kenara bıraktı.
Etrafına bakındı ve bu ev ona artık çok daha büyük, çok daha görkemli görünüyordu.
“Belki de,” diye düşündü,
“Bu evde biri daha olmalı…”
*vigilantizm : kendi adaletini sağlama eğilimi