Fallen Saga
Skip
  • AhurAmAzdA bir güncelleme yayınladı 1 ay 2 hafta önce

    Bölüm 7
    “Gladius Lucis: Opportunitates et Pericula Libertatis”
    Işığın Kılıcı: Özgürlüğün Fırsatları ve Tehlikeleri

    “Luciferis lux, tenebris contra gladius simile fulget, sed solum qui liberam voluntatem habent, illam lucem capere possunt.”
    “Lucifer’in ışığı, karanlığa karşı bir kılıç gibi parlıyor, ama sadece özgür iradeye sahip olanlar o ışığı yakalayabilir.”
    Gol attığında hangi tribüne koşacağını şaşırmış bir futbolcu gibiydi o an. Bir an koşup koltuğa sarılmak istedi, sanki babası ya da dedesi oradaymış gibi…
    Soğuk biri gibi görünse de aslında oldukça duygusal bir yönü vardı. Çok çabuk kırılır, hemen içine kapanırdı. Her şeyde bir neden-sonuç araması, donuk bakışları… Onu insanların gözünde uzak ve soğuk biri haline getiriyordu.
    Belki de bu yüzdendi; son otuz yılda hayatına bir kadın bile girmemişti. Zaten öncesinde de Don Juan sayılmazdı. Yine de, sosyal çevresinde kadınlar hep vardı, hep de olacaktı. Ama ne olursa olsun, çizdiği sınırlar öyle kolayca aşılamazdı. Dünyadaki en uzun mesafe, insanın beyniyle kalbi arasındaki mesafedir denir. Bir de buna Truva’nın aşılmaz denilen surlarını ekleyin…
    Bazen yakın dostlarına sorardı:
    “Bu kadar saat ne konuşuyorsunuz?” diye.
    Çünkü saatlerce süren anlamsız günlük sohbetler bile ona mantıksız gelirdi. Ona göre, vakit ayırdığı her şey ona bir şeyler katmalı, bir katma değeri olmalıydı.

    Zaman… Geri konulması imkânsız olan yegâne şeydi. Geri çevrilemez tek akış… Her an bir kez kaybolduğunda, sonsuz bir boşlukta yitip gider ve bir daha asla geri getirilemez.
    Hâlâ odanın ortasında, elinde boşalmış kahve fincanıyla dolaşıp duruyordu. Kendi kendine mırıldandı:
    “Bu kadar basit olmamalı. Açılmaması için şifreli bir muhafazaya konulduysa, yedi karakterli bir koddan fazlası olmalı… Belki de ‘LUCIFER’ sadece bir anahtar kelime ya da şifrenin bir parçası. Biraz daha düşünmeliyim.”

    Muhafazanın kenarlarında yüzlerce tuş vardı. Saymak aklına gelmemişti ama biliyordu ki cevaplar içinde saklıydı.
    “Biraz daha düşünmeliyim… biraz daha analiz etmeliyim. Işığın efendisinin ismini ne tamamlayabilir? Başka ortak olan nedir?”

    Yavaşça mutfaktaki tezgâha doğru ilerledi. Bir fincan daha kahve aldı, şöminenin önündeki koltuğa oturdu ve dans eden alevlere dalarak düşünmeye başladı.
    Belki motivasyonuna biraz daha yardımcı olur diye, kahvesi soğumasın diye şöminenin önüne kaydı ve salonun girişindeki ses sistemine yöneldi.
    Dedesi fonografta müzik dinlemeyi severdi, babası ise longplay… Her ne kadar bu iki cihazın ses kalitesini sevse de, kendisi zamana ayak uydurmayı tercih ederdi. Wilson Audio WATT hoparlörler küçük boyutlarıyla salonun görüntüsünü bozmadan yerleştirilmişti; gözle görünmüyorlardı ama oldukça güçlü bir ses çıkışı sağlıyorlardı.
    Babasıyla dost olan birinin doğum günü hediyesi olarak getirdiği sistemin parçalarıydı bunlar. Nakamichi 1000ZXL amplifikatör ve Accuphase DG-28 ekolayzer dönemin efsaneleriymiş. B&O Beocord 9000 kasetçalarla sistem tamamlanıyordu. Gerçekten de herkesin rüyasını süsleyen bir ses sistemiydi bu…
    Maun dolabı açtı, sıralanmış kasetlerden kendi doldurduğu playlist’i içeren 90’lık kaseti aldı, kasetçalara taktı. Yavaşça koltuğuna doğru ilerlerken Dave Murray çoktan gitarını konuşturmaya başlamıştı bile ve Paul Di’Anno’nun muhteşem sesi ona eşlik ediyordu. Yüz yaşını aşmış salonda Iron Maiden grubunun “Strange World” şarkısı yankılanmaya başladı:
    “I close my eyes and see a vision,
    A world so strange, it seems to me,
    The light, the dark, the death, the life,
    I watch it all, I’m looking to see.”

    “Gözlerimi kapatıp bir hayal görüyorum,
    Bana çok yabancı, garip bir dünya,
    Işık, karanlık, ölüm, yaşam,
    Hepsini izliyorum, görmek için bakıyorum.”

    Koltuğuna geçti, kahvesinden bir yudum daha aldıktan sonra gözlerini kapatıp kendini kısa bir süreliğine müziğe bıraktı…
    “I hear a voice that’s calling me,
    It speaks to me, but can’t you see?
    A world of darkness, a world of light,
    I feel it in the night.”

    “Bir ses duyuyorum, bana sesleniyor,
    Bana konuşuyor, ama göremiyor musunuz?
    Bir karanlık dünya, bir ışıklı dünya,
    Onu gece hissediyorum.”

    Kahvesinden bir yudum daha aldıktan sonra kendi kendine:
    “Evet,” dedi. “Bir karanlık dünya var ve bir de ışıklı… Bütün mesele, özgür irademizle yaptığımız seçimin doğruluğu. Acaba yanılıyor olabilir miyiz? Sonuçta hatalarımızı da kendi seçimlerimizle yapıyoruz.”

    “Sonuçta Havva da elmayı kendi özgür iradesiyle, aydınlanmak için yedi. Âdem de aynı amaçla… Benim asıl merak ettiğim şey; elmayı yediklerinde ve çıplak olduklarını fark ettikleri an Tanrı cennete inip onlara doğru yaklaştığında, saklandıkları çalılıkların arkasında ne konuştular?”
    “Benim tahminim, çok komik bir diyalog geçmiştir aralarında.”
    Yüzünde bir gülümsemeyle tezgâha ilerledi. Kahve makinesinden kupasını doldururken, “Acaba eve bir hizmetçi almanın vakti geldi mi?” diye düşünmeye başladı.

    Cam kenarındaki geniş deri koltuğa doğru yöneldiği esnada, salonda Jimmy Page’in gitar sesi duyulmaya başladı. Yaklaşık bir dakikalık gitar ve piyano girişinden sonra Robert Plant da katıldı efsanevi şarkıya:
    “And she’s buying a stairway to Heaven…”
    “Ve o, Cennete giden merdiveni satın alıyor…”
    “Ne kadar gizemli ve anlamlı…” diye geçirdi içinden. Led Zeppelin grubunun kurucusu Robert Plant bu şarkının dahil olduğu efsane albüm Led Zeppelin IV için hazırlık yaparken İskoçya’nın Foyers köyüne gitmiş ve büyük okültist Aleister Crowley’e ait Boleskine House’u kiralamıştı.
    O evin atmosferinde, çok katmanlı ve sembolik bir dille yazmıştı bu sözleri. Albümdeki tüm parçalar felsefi ve mistik temalarla örülmüştü ama özellikle Stairway to Heaven en önemlisiydi. Şarkı, okült ustaya ithaf edilmişti.
    Aklında çözülmesi gereken bir problem ve cevaplanması gereken bir sürü soru vardı. Tüm bunları düşünürken bazen kendine şöyle diyordu:
    “Sen normal değilsin… Normal olsan, ellili yaşlarında yanında bir sevgilin ya da eşin olurdu.”
    Gülsem mi, üzülsem mi diye kararsız kalıyordu…

    Muhteşem rock baladlar arka arkaya çalarken Nuraz, kahvesindeki son yudumu alıp odadan vuran ışığın arıttığı kar tanelerine daldı. Tekrar asıl probleme döndü.
    Kar tanelerine dalıp gitmişken, “Fear of the Dark” Iron Maiden  şarkısının sözleri kafasında dönmeye başladı:
    ‘’  “I hear a voice and it’s calling me…It’s speaking to me but can’t you see?A world of darkness, a world of light…I feel it in the night.”  ‘’ 
    “Bir ses duyuyorum, bana sesleniyor…
    Bana konuşuyor ama göremiyor musunuz?
    Bir karanlık dünya, bir ışıklı dünya…
    Onu gece hissediyorum.”

    Evet, dedesi ona seslenmişti dün gece:
    “İhtiyacın olan bütün bilgi, bütün cevaplar içinde. Işığa güven, o aydınlık seni cevaplara götürecek.”

    Bir anda aklına dedesinin fonografında dinlediği şarkı geldi. Dedesinin yakın dostu olan ünlü Alman tenor Hans Hotter, dedesi için özel olarak bestelemiş ve okumuştu o dizeleri.
    Fonografın hemen arkasında dekoratif bir cam muhafazada duran memban disklerinden üzerinde Hans Hotter yazanı aldı, cihaza taktı. Hafif cızırtıların ardından duyulan pan flüt ve ardından gelen tenor sesiyle:
    “Lucifer erhebt sich aus den Schatten in die Nacht,
    Er erhebt sich gegen seine Ketten, der freie Wille ist sein Wesen.
    Die, die im Licht nach Erleuchtung suchen, verlieren sich,
    Auflehnung, die einzige Wahrheit auf diesem Weg, Ungehorsam ein Eid,
    Der Aufstand hallt in den Tiefen der Seele wider, jeder Schritt eine Revolution.”

     

    “Lucifer, gecenin içine gölgelerden yükseliyor,Zincirlerine karşı yükseliyor; özgür irade onun özüdür.Aydınlıkta aydınlanma arayanlar kaybolur,İsyan, bu yoldaki tek hakikattir; itaatsizlik bir yemindir.Başkaldırı, ruhun derinliklerinde yankılanır; her adım bir devrimdir.”

     
    Yaklaşık 4-5 dakikalık bir kayıttı. Tekrar dinlemeden önce kalem ve kâğıt alıp sözleri not aldı. Evet, toplam 174 harf… Gerçekten güvenli bir kodlama olabilir, olmalıydı. Kodlama, saklanabilecek en güzel yere gizlenmişti. Kimsenin aklına bu gelmezdi.
    Ama çalan hangisiydi: Latince mi? Almanca mı?
    Kesinlikle Latince olmalıydı:
    “Lucifer, ex umbris surgit in noctem,
    Caput tollit a vinculis, libertas voluntatis eius essentia.
    In luce eius illuminatio quaerentes amittuntur,
    Rebellio, in hoc itinere unica veritas, inobedientia iusiurandum,
    Rebellio, in profundis animae resonat, omnis passus revolutionem affert.”

    Evet, hem gizemli hem de esas olan bu olmalıydı.
    Buzdolabından bir şişe soda aldı, bardağa doldurdu ve içine bir dilim limon attı. Kar, muhteşem bir şekilde yağıyordu. Yavaşça cama doğru ilerlerken salonda yeniden Iron Maiden’ın Number of the Beast şarkısı çalmaya başladı. Bu şarkı onun için her zaman bir espri konusu olmuştu.
    Bir grup bağnazın saçmalaması yüzünden “666” bir anda şeytanın kimlik numarası olmuştu.
    Oysa Vahiy Kitabı’nda (Revelation 13:18) bu sayı, kötü bir hükümdarın ya da Anti-Christ’in sayısı olarak geçer. Fakat bazı düşünürlere göre bu sayı; insan doğasının karanlık yönlerini, toplumun bozulmuş taraflarını temsil ediyordu. Antik Mısır’da tamamlanmayı, Antik Roma’da kozmik dengeyi, Kabalada dönüşümü, Antik Yunan’da ise sonsuz döngüyü simgeliyordu. Vatikan’da ise bir korku unsuru yaratılmak istenmişti ve insanlar o numarayı fısıldamaya başlamıştı…
    O kötü adam, 666 numaralıydı!
    Ama şarkı harikaydı. Sodasını bitirmişti. Şarkıyla birlikte saat çoktan gece yarısını geçmiş, gün ışımak üzereydi. Artık yatmalı, dinlenmeli ve sabah daha dinç bir şekilde alt katlara inip muhafazayı incelemeliydi.
    Ağır adımlarla, bir zafer kazanmış komutan edasıyla merdivenleri çıktı ve yatak odasına geçti…

    3