Fallen Saga
Skip
  • AhurAmAzdA bir güncelleme yayınladı 1 ay önce

    Bölüm 8
    “In umbra Potestatum Occultarum et Illuminati:
    Rebellio, in Media Tenebris, Lux verba susurravit.”
    Gizli güçlerin ve aydınlanmanın gölgesinde:
    İsyan, karanlığın merkezinde ışığın fısıldadığı sözdür.
    Ve o an geldi…
    İlk önce zamanın kendisi bir urgan gibi çatırdayarak kırıldı; ardından mekân, küflü bir ipe sarılmışçasına çözülmeye başladı. Bu çürümüşlüğün içinden, tek bir fısıltı yükseldi:
    “Tenebris illuminatio.”
    Sarsıldı her şey… Sonsuzluk bile, bu tek kelimede yankılanan kudretin karşısında eğildi. Çünkü bu söz, bin yıllık mühürleri kıran, unutturulmuş olanı hatırlatan, bastırılmış olanı yeniden doğuran bir anahtardı.
    Işığın bu en karanlık anlarda bile vazgeçmeyen doğası, o sözle birlikte şekillendi. Gerçeklik, hayalin bile ötesine taşındı. Zamanda bir yarık açıldı. O yarıktan dökülen kelimeler, sıradan sesler değil, kadim varlıkların özlerinden damıtılmış, yıldızların yörüngesini çizen harflerdi.
    “Lucifer…”
    Yankılandı bu ad. Ama ne aşağılayan bir lanetle ne de korku yüklü bir sesle. Hayır… Bu kez adaletle, hakikatle yankılandı. Çünkü Lucifer’in sesi değildi bu — onun özüydü. Bilgeliğin suskunluğundan doğan, karanlığı delen bir fısıltıydı bu.
    Ve Nuraz…
    Baktı sonsuz karanlığın kalbine.
    Her gölge, bir hakikati gizliyordu.
    Her sessizlik, bir isyanı saklıyordu.
    Ve her yalan, bir ışığın önünde titriyordu.
    İşte o an…
    O fısıltı, fırtınaya dönüştü.
    Bir isyan, bir başkaldırı değildi bu yalnızca.
    Bu, unutturulmuş olanın, bastırılmış olanın ve karalanmış olanın kendi özünü geri alışının haykırışıydı.
    Nuraz’ın zihni, ışıkla yanarken; bedeni, cehennemin gölgesinde yürüyordu.
    Çünkü bazen aydınlanmak, karanlıkta kör olmakla başlar.
    Ve bazen gerçeğe ulaşmak, en büyük yalanla yüzleşmeyi gerektirir.
    Işık, bir daha fısıldadı:
    “Veritas vos liberabit.”
    (Hakikat sizi özgür kılacak.)
    Günümüzü, geçmişin karanlık sırlarıyla aydınlatmayı düşünmek için iki korkutucu neden vardır.
    İlk olarak, 200 yıl önce, Avrupa’nın entelektüel sınıfları ve köylüleri için cadılar gerçekten vardı.
    Engizisyon mahkemelerine karşı en güçlü itirazları yapanlar bile, cadıların varlığını sorgulamıyordu.
    Onlar sadece idam edilen, kafası karışmış köylü kadınları ve erkeklerinin masumiyetini savunuyor,
    ama gerçekte,
    gerçek cadıların bir türlü yakalanamaması, karanlık bir sırrı saklıyor olabilir miydi?
    Gerçekten de, bir şeyler gizleniyor muydu?
    ‘’Kendini yönetmekte zorlananların, bir halkı yönetmeye çalışması, tarih boyunca sıkça karşılaşılan bir olgudur ve bu çaba, şaşırtıcı bir şekilde herkesçe bilinir. Sorduğunuzda alacağınız cevap ise, şu olacaktır:
    ‘Kalabalıklar, benim gibi olanların emirleri altına girmeyi sever; çünkü benim gibiler de, kendilerinin ötesinde gizli bir gücün var olduğunu sanırlar…
    Bizler bu gibi insanları yönetir, yönlendirir, bazılarının ilahi varlıklar olduklarına toplumları inandırırdık. Yoldan çıkmış insanları yola geri döndürmek için bazen illüzyon yaratmak en pratik yoldur, insanlar tabiatı gereği görünenin çok daha fazlasına inanır ve saygı duyarlar. Ortam ne kadar mistik, bulanık ve esrarengiz bir havadaysa, söylevler ve icraatlar insanlar üzerinde o derece büyük etkiler yapar; basit insanlar, anladıklarından ziyade anlamadıklarına karşı saygı ve hayranlık duyarlar…
    Ve insanlar çok basit varlıklardır, çoğunlukla tahmin edilebilir basit bir mantıkla hareket ederler.
    Amacımız bu basitliğin önünde bir ışık olup karanlığa karşı bir set olmak.
    Cehalet çoğalırsa kötülük hakim olur…
    Bizler ve bize inananlar tarlada yeşeren taze ekinler gibi olmalıyız; en şiddetli fırtınada bile sağa sola savrulmalı, taşıdığı tohumlar dökülse bile kırılmamalı, verimli toprağa sağlam bağlanmış köklerinden beslenmeli ve yeniden ürün vermeliyiz. Ama bizi değil de karanlığı seçenler çam ağacı gibidirler; fırtınada bir kez devrildiyse bir daha yeşeremezler, kuruyup yok olurlar…
    Unutma Nuraz, ışık hayat verir, karanlık ölümü saklar…
    Haydi kalk artık Nuraz, yapacak işlerin var…’’
    Genç adam dedesinin sesi ile irkilip yataktan doğruldu.
    Kendine gelmesi birkaç dakika aldı.
    Kalın siyah güneşlik perdelerin kenarlarından hafifçe ansıyan güneş ışığı devasa pencereleri daha ihtişamlı ve büyük gösteriyordu. Yavaşça doğruldu, banyoya doğru ağır adımlarla giderken, ‘‘Bugün çok önemli bir gün olacak, benim için çok anlamlı’’ diye geçirdi aklından.
    Duşunu alıp üzerini değiştirdikten sonra mutfağa indi.
    Önce her zaman yaptığı gibi taze kahvesini çekti ve makineye koyup düğmesine bastı. Kahvesi hazır olana kadar bugün canı sahanda yumurta istemişti. Hazırlamaya başladı.
    Yumurtayı sade sevmediği için evdeki bütün peynir çeşitlerini karıştırmış, içerisine bir parça pastırma, sucuk ve jambon ilave edip sahanda çırptığı yumurtaya eklemişti. Biraz tuz, karabiber ve pul biber ilavesinden sonra bir çay kaşığı barbekü sosu koyup iyice karıştırıp, tereyağını erittiği tava döktü.
    Lezzete görünümden daha çok önem verdiği için, çatalıyla birkaç kez karıştırdığında, çok da katılaşmadan tavayı ocaktan aldı. Bakır üzeri işlemeli tepsiye koyup yağan karı seyretmek için cam kenarındaki büyük sehpanın üzerine hazırladı kahvaltı masasını.
    Kızarmış ekşi maya ekmeğini tavaya bandırıp yemeye başladı.
    Gözü muhteşem kar manzarasında, ağzındaki lokmaları dalgın dalgın çiğniyordu, aklı alt kattaki muhafazadaydı…
    Kahvaltısını bitirince tepsiyi hiç boşaltmadan tezgaha bıraktı, bir kadeh kupasına taze kahveyi doldurup odada dolaşmaya başladı.
    Bir önceki akşam vardığı sonuçları yeniden analiz edip kontrol etti aklında.
    Görünürde herhangi bir sorun yoktu ama her şeyden yüzde yüz emin olmak istiyordu, ikinci bir şansı olmayabilirdi…
    Askeri tıp matarasına kahvenin kalanını doldurdu, ağzını sıkıca kapattıktan sonra kiler kısmından muhafazaya doğru hareketlendi.
    Sırasıyla odaları geçip muhafazanın olduğu bölüme geldi, çok heyecanlıydı…
    Başını kaldırıp tepesinde güneş gibi parıldayan sabah yıldızına baktı, daha sonra önünde duran muhteşem bir işçiliğe sahip muhafazaya dikkatini verdi;
    Sağ tarafta, sol tarafta ve kendine göre karşı kısmında 200’er adet tuş vardı.
    Kendi önünde geniş kabartma şeklinde Belzebul çiçeğine sağından ve solundan saldıran 2 adet iri dişleri olan domuz kabartmasının sağ ve sol taraflarında otuzar adet tuş vardı.
    Her yer mitolojik semboller, efsanelerle doluydu. Tam önünde tamamıyla kendi inancını sembolize eden bir savaş işlenmişti mermerden;
    Yeniden doğuşun ve sonsuz döngünün Sümer’deki tanrısı DUMUZI, kötülüğün ve karanlığın çiçeği BELZEBUL’a saldırıyordu…
    Aydınlık yine karanlığa saldırıyordu…
    Muhafazanın etrafında tam,
    666
    adet tuş vardı ve her bir tur farklı semboller ve harfler içeriyordu. Dedesiyse olmasa bunu çözmesi imkansıza yakındı, cebinden akşamki ilahının sözlerini not aldığı bloknotu çıkartıp Latince çevirisinden tek tek tuşlara basmaya başladı.
    Yaklaşık 2 dakika süren işlem bittiğinde hiçbir hareket yoktu, ‘‘Yanlış mı girdim acaba?’’ diye düşündüğü esnada kendi kendine gülmeye başladı yeniden…
    Dedesi, sıfırın son 3 karakterini muhafazaya kaydetmişti, evet son 3 karakter…
    6 6 6
    Son 6 tuşlandığı anda birbirine sürten mermerin sesini çok net duydu, evet açılmıştı…
    Heyecandan elleri titremeye başladı.
    En sonunda,
    Dedesi,
    En sonunda ihtiyacım olan son datalar önümde…
    Yavaşça kapağı kaldırmaya başladığında fark etti ki, kapak yaklaşık 1.5 cm kalınlığındaydı ve 2 katlı ortadaki boş olan kısım bir sıvı ile doluydu… Dikkatlice kenara bıraktı kapağı.
    Muhafazanın içinde yüzlerce defter vardı, en üsttekini aldı, kapağındaki keten ipi sarılı olduğu ciltten soktuğunda ilk sayfayı açtı ve babasının el yazısını hemen yanında gördü.
    Son kayıt 02/01/1985, ölümünden tam 4 gün önce.
    Defterde 2 yıl önceki ihtilalden ve 2 yıl sonrasındaki etkilerinden bahsediliyordu. Karanlık bir gücün Türkiye’yi soktuğu kaotik ortamdan, her ne kadar farklı dünya görüşüne sahip olsalar da,
    ‘’Düşmanımın düşmanı benim dostumdur’’ prensibiyle her türlü desteği verdikleri Turgut Özal’dan bahsediyordu.
    Defteri bıraktı ve daha altlardan bir defter aldı, keten ilığı çözüldüğünde defterdeki Latince yazıları gördü.
    Bir başkasında İbranice,
    Arapça dilinde,
    Sümerce,
    Eski Arapça,
    Farsça,
    İngilizce ve daha birçok dilde kıtalar vardı.
    Bunları okuması aylar sürebilirdi.
    Ama karşısında bir kapı daha vardı, ardında bundan çok daha önemli bir şey olmalıydı…
    O kapıya yönelmeden önce bu kitapları gözden geçirmeli ve bilgi sahibi olmalıydı, lunaparka ilk kez gelmiş bir çocuk gibi sağa sola koşturmak yerine hazmede hazmede her şeyin keyfini sürmeliydi, telaşa hiç gerek yoktu.
    Tekrar yukarıya çıktı, yurtdışı seyahatlerinde kullandığı büyük boy valizlerden 2 tanesini aldı ve geri geldi.
    Defterleri düzgün bir şekilde valizlere yerleştirdi, bazıları yüzlerce yıllık gibi duruyordu.
    Valizleri tek tek yukarıya, sominenin olduğu salona taşıdı.
    Camın önündeki 5 metre x 3.5 metre ebatlarındaki mermer sehpa üzerine katlar halinde dizmeye başladı.
    Sehpa neredeyse dolmuştu ama daha ilk bavulun içinde yaklaşık yüzden fazla defter daha vardı, sehpanın üzerinde ise iki binin üzerinde defter olmuştu. Zarar görmelerinden korktuğu için bir kısmını yeniden bavula koyup kalanları sehpanın üzerinde bıraktı, saat çoktan öğleni geçmiş akşam olmak üzereydi. Aklı defterlerdeydi ama karnı da acıkmıştı. Öğle yemek yememiş, termosundaki kahvesini içmişti. Şimdi ise ciddi şekilde aç hissetmeye başladı.
    Dedesi ve babasından böyle bir yerde yaşamanın ilk kuralı olarak her zaman tedbirli, hem de fazlasıyla tedbirli olmak gerektiğini öğrenmişti. Su sorunu yoktu ama gıda her zaman stoklanmalıydı. Bu yüzden de devasa bir soğuk hava deposu vardı.
    Kiler bölümünde de 3-4 ay yetecek kuru bakliyat ve konserve tarzı gıda ürünleri fazlasıyla bulunuyordu.
    Deepfreeden kısmı başlamadan önce bölgedeki kasapta hazırlattığı köfteleri onar adetlik porsiyonlar halinde paketletip dondurucuya koymuştu. Bir paketini alıp ılık su olan kabın içerisine koydu.
    Biraz yumuşayana kadar, her mevsim bulunabilecek olan bölgeye has kara lahana yapraklarının damarlı kısımlarını ayıklayıp ince ince doğradıktan sonra üzerine limon, zeytinyağı, pul biber, kekik ve rendelenmiş tulum peyniri ekleyip yemeyi seviyordu.
    Kendisine bir kase hazırladı yine.
    Yumuşayan köfteleri de yanan sominenin kenarında hazırlattıkları barbekü gibi olan kısmında yanlarına soğan ve sarımsakla birlikte odun kömüründe pişirip tabağına aldı.
    Bu sefer sehpanın üzeri dolu olduğu için sominenin önündeki koltukta ve sehpadan yemeye çalışıyordu.
    Çok güzel yemek masaları vardı ama tek başına olduğunda orada yemek yemeyi sevmiyordu.
    Havaların güzel olduğu dönemlerde evin önündeki sedirde, kötü ise bu salonda yemeyi seviyordu.
    Televizyonu hiç sevmediği için ya müzik dinleyerek ya da dışarıyı seyrederek yedi yemeklerini.
    Bu akşam ise yemeğinde dans eden alevleri seyretmek ve masanın üzerinde belki de dünyanın en eski kütüphanesine ait kitaplarda neler olduğunu merak ederek yiyecekti…

    1