Bölüm 11
“Fortitudo est oculis in tenebras figere, et fides ad victoriam, audaci passu in lucem ferente incipit.”
“Cesaret, karanlığa gözlerini dikmek ve zafere olan inancın, aydınlığa atılacak cesurca bir adım atmakla başlar.”
O an beynindeki sesler ve anılar susunca, evdeki sessizliği fark etti. Müzik de susmuştu. Ses sistemine yöneldi ve dolabı açtı. Yeniden, bu sefer kaset değil de radyo istasyonlarında kullanılan 6-7 saatlik makara bantlardan birini sisteme yerleştirdi ve çalıştırdı. Bu, Bob Marley, Peter Tosh, Jimmy Cliff, Burning Spear, Toots Hibbert, Gregory Isaacs, Black Uhuru, The Abyssinians, Lee “Scratch” Perry ve Max Romeo gibi ünlü reggae sanatçılarının en popüler şarkılarını içeren bir banttı. Tezgâhtaki kahve makinesine doğru yürüdüğü esnada Bob Marley “Redemption Song” şarkısını söylemeye başlamıştı:
“Old pirates, yes, they rob I;
Sold I to the merchant ships,
Minutes after they took I
From the bottomless pit.
But my hand was made strong
By the ’and of the Almighty.
We forward in this generation
Triumphantly.
Won’t you help to sing
These songs of freedom?
Cause all I ever have:
Redemption songs;
Redemption songs.
Emancipate yourselves from mental slavery;
None but ourselves can free our minds.
Have no fear for atomic energy,
Cause none of them can stop the time.
How long shall they kill our prophets,”
Türkçe çevirisiyle:
“Eski korsanlar çaldılar beni;
Sattılar tüccar gemilerine,
Dipsiz kuyulardan almalarından
Dakikalar sonra.
Ama elim güçlü kılınmıştı
Tanrı’nın elleri tarafından.
İlerliyoruz bu kuşakla zafer dolu,
Eşlik etmeyecek misin
Bu özgürlük şarkılarına?
Çünkü sahip olduğum tek şey:
Kurtuluş şarkıları;
Kurtuluş şarkıları.
Kurtarın kendinizi zihinsel kölelikten;
Kendimizden başka kimse özgür kılmaz aklımızı.
Korkmayın atom enerjisinden falan,
Çünkü durduramaz hiçbiri zamanı.
Ne denli sürecek peygamberlerimizi öldürmeleri,”
Tezgâhtaki kahvesinden kupasına doldurdu ve yeniden şöminenin başındaki koltuğuna yerleşti.
Bazı kaotik durumlar, derin bir analiz ve dikkatli bir çalışma ile çözümlenebilir, anlaşılır hale getirilebilir. İşte o zaman, kötülük söylemleri gereksiz hale gelir. Bilinmezliğin ve kavrayamamanın karşısında, bilinirlik ve kavrayış ışığı doğar. Ne kadar korkunç olursa olsun, bu tür eylemler aslında anlaşılabilir eylemlerdir.
Bu tür bir durumla karşılaştığında, yalnızca bir kişinin eylemlerini değil, o eylemlerin arkasındaki tüm faktörleri göz önünde bulundurmak gerekir. O kişinin yaptığı seçimleri anlamak için değil, koşulların ne kadar etkili olduğunu kavrayabilmek için… Seçimlerin ardındaki motivasyonları çözümlemek, sadece “doğru”yu aramak değil, “neden”i sorgulamaktır.
Bir insanın, belirli bir eylemi seçmesi ile diğer seçenekleri reddetmesi arasında bir fark vardır. Her bir seçim, bir muhakemenin, bir vicdanın işidir. Ancak o seçimdeki ahlaki sorumluluğu unutmak, insanın en büyük hatasıdır. Fakat burada bir soru doğar: “Bunu yapmak zor muydu, kolay mı?” İşte asıl soru budur. Karar verici, bir yolu seçerken bazen o yolun sonunun neye varacağını ve sonucunun kendisi için ne kadar yıkıcı olabileceğini göremez.
Görmeyi öğrenmek, insanın irade gücünü keşfetmesi demektir. Bu, engellemeyi bilmek, ağırdan almayı öğrenmek, korkunun ve tereddütün karşısında bile doğruyu bulabilme yeteneğini kazanmakla ilgilidir. Düşünmeyi öğrenmek, her olayın ardındaki derinliği, çelişkileri ve karmaşıklığı görmek demektir. Konuşmayı ve yazmayı öğrenmek, bu derinlikleri, bu karanlıkları dışa vurabilmektir. Bunlar, hayatta karşılaşılan en karanlık ve zorlayıcı koşullarda bile insanın doğru seçimler yapabilmesi için gereken becerilerdir.
Holokost’un ahlaki boyutlarını anlamak, sanki yapmak istediğimizde yapamayacağımız, yapabildiğimizde de yapmamamız gereken bir şey gibi gözükebilir. O katliamları gerçekleştiren kişiler, cezayla karşılaşmadan önce, o katliamları reddedebilirdi. Ancak çok az kişi, bu yıkıma karşı durmaya cesaret edebilmişti. Katliamları ve sınır dışı etme eylemlerini gerçekleştiren birliğin içindeki polisler de, bunları reddeden ya da kaçınan çok az sayıda insandı. Ama bu psikolojiyi anlamanın en iyi yolu, kendimizi onların yerine koymamızdır. Ancak bu, gerçekten bir empati kurmak anlamına gelir mi? İşte burada bir paradoks vardır; o psikolojiyi anlamak, affetmek mi demektir?
Benim düşünceme göre, anlamak bağışlamak anlamına gelmez. İnsanlar hâlâ cani olarak kalabilir, ama bu onların affedilmesi gerektiği anlamına gelmez. O karanlık yapıyı, o korkunç kötülüğü reddetmek, affetmek değil, insanlık onuru için savaşmaktır.
Holokost’un en rahatsız edici figürlerinden biri, hiçbir ayrıcalık sağlamayan, katliamları gerçekleştiren ve bunun yanında aşırı uç bir iş birliği örneği oluşturan SONDERKOMMANDO’dur. Bu insanlar, gaz odalarında ölenlerin cesetlerini krematoryumlara taşımakla görevliydi. Yeni gelenler arasında düzeni sağlamak, kadınların saçlarını kesmek, cesetlerden altın dişleri çekmek, giysileri ayırmak ve o insanların valizlerinin içinden çıkan her şeyi sınıflandırmak, onların işiydi. Bunlar sadece görevlerini yapıyorlardı. Benim kaldığım Auschwitz kampında, bu işte görevli sayısı 1000 ile 1500 arasındaydı. Her grup, 3 ay sonra yerini yenilerine bırakırdı. Ancak SS subaylarının talimatı gereği, kimsenin bu işin iç yüzünden haberi olmamalıydı. Bu yüzden, yeni gelenler eski görevlilerin cesetlerini yakmak zorunda kalıyordu.
Bir gün, bu görevliler ve SS üyeleri arasında bir futbol maçı düzenlendi. Kamptaki insanlar izliyordu, hatta bahisler bile oynanıyordu. Ama bu oyun, arkasında karanlık bir projeyi gizliyordu. Bir an için, dikkatle kulak verirseniz Paul Joseph Goebbels’in şeytani fısıltılarını duyabilirsiniz:
“Başardık! Artık siz, karşıt ırk, bin yıllık Reich’imizin baş düşmanı değilsiniz. Artık siz de bizim gibisiniz! Putları reddeden halk değilsiniz… Sizi kucakladık, yozlaştırdık, kendimizle birlikte dibe çektik! Ey gururlu halk, artık siz de bizim gibisiniz. Kendinizin kanıyla lekelendiniz. Siz de bizim gibi Kabil gibi kardeş katili oldunuz. Gelin, birlikte oynayabiliriz…”
Bu sahneyi sadece 15 dakika izleyebildim. Çünkü o an, o fısıltıları duyabiliyordum. Biliyordum ki, o sahada top koşturan 11 kişi maç sonunda soyunma odasına değil, gaz odalarına gideceklerdi. Belki de bir sonraki maçın ilk 11’i onları yakacaktı. Arkamı döndüm, daha fazla görmek istemedim. Hızla laboratuvarıma geçip, çalışmaya devam ettim. Çünkü o an, zihnimde karanlık bir gerçeği çok iyi kavramıştım.
İnsanlar, çoğu zaman bir parça cesaret ve birkaç basit dürtüyle öldürmeye yönlendirilebilirler. İçlerinde var olan karanlık, sadece bir itici güçle harekete geçer. Geri durmak, kirli işlerin başkalarına bırakılması demekti aslında, ama bunun bedeli de ağırdı: Dışlanma. Toplumun dışında kalma riski her zaman vardı. Oysa öldürmeyi reddedenler, genellikle etik değerler üzerinden kendilerini savunmak yerine, daha çok zayıf olduklarını düşünürlerdi. Kendi içsel kuvvetlerinin eksik olduğunu hisseder, bu yüzden de etraflarındaki her şeyi sorgulamak yerine, körü körüne kabul ederlerdi. Vicdanları sessizleşmiş, akıl suskunlaşmıştı. Kimse, ne yaşadıkları dünyanın ne de içinde bulundukları toplumun çürümüşlüğünü sorgulamaya cesaret edemiyordu.
Bu dünyada uyumlu olmak, herkesin birbirini takip ettiği bir düzenin içinde yer almak daha kolaydı. Her şey bir savaşa, bir propagandaya dönmüştü; ölüm, yalnızca bir emre, bir tetiğe bakıyordu. Tetik daha kolay çekiliyordu şimdi, her şey çoktan dönüştürülmüştü. Bir toplumun karanlık köşelerinde, bir kişi karar verirken, geri dönmesi imkansız bir yola girmeyi kabul ediyordu. Artık her şey doğallaşmıştı. Artık bu ölüm, bir kaderdi, bir görevdi.
Bir an için, o insanın içinde bulunduğu topluluğa ait olma düşüncesi, ona ne kadar ağır bir zincir gibi gelse de, kaçış yoktu. Herkesin doğru bildiği, doğru saydığı şeyler, birer yalandan ibaretti. Ve o yalan, birer tetiğe dönüşmüştü. Asıl benliğin reddettiği şey, gerçeğin kendisi değildi. Onlar, ne yaptıklarının farkındaydılar. Ama farkında oldukları bir şey vardı: Cinayet, onlara göre farklı bir anlam taşımaya başlamıştı. Ne kadar karanlık olursa olsun, bu acımasız eylemler, sanki bir başka boyutta, başka bir dünyada geçiyordu. Bu tuhaf psikolojinin mimarı ise, fısıldayarak insanları yönlendiren, korkunun efendisi, Paul Joseph Goebbels’ti.
Mağdurlar, katilleri doğuruyor, sonra onları bir başka mağduriyetin zincirine bağlıyordu. O lanetli çark, kendini bir türlü durduramıyordu. Ve her geçen saniye, daha fazla insan bu çarka dahil oluyordu. Mağdurlar, katillerin ta kendisiydi. Her şey o kadar kaybolmuştu ki, bir zamanlar sadece varlıklarının temel taşları olan vicdan, şimdi birer kırık dökük yansıma olmuştu. Artık yalnızca birbirlerini yok etmek için varlardı. Kimse bu dehşeti durduramayacak gibiydi. Bir bakış, bir fısıltıdan ibaret olan bu karanlık yolda, bir adım daha atılmasaydı bile, her şey yerli yerine oturacaktı. Ve ölümler, sadece bir geçişti.
Bütün bu cehennem, hastalıklı bir delinin, Hitler’in beyninden, hayal gücünden fırlamıştı. Koyduğum teşhisi asla kendisine söyleyemezdim ama sifilofobiye yakalanmıştı ve aşamıyordu. Önüme gelen tıbbi raporlarda durum çok netti: Hitler, çocuk yaşta yaşadığı bir cinsel deneyim ve üç kez evlenen, pek çok metresi olan gayrimeşru babasının annesiyle ilişkiye girmesine şahit olması onda travmaya neden olmuş, sonuç bu psikolojik rahatsızlık olmuştu. İktidarsız ve mazoşistti. Lawrence ve Hitler, neredeyse kopyala-yapıştır gibi, iki ruh hastasıydılar. Her ikisi de askerdi, ama ruhları daha derinlerde kararmıştı. Yaptıkları, yarattıkları dehşet, pek çok insanın hayatını karartmış, sayısız can almıştı. Onların gölgesi, o kadar derin ve karanlıktı ki, bir insanın ruhunu sarmak, her an her yerde hissedilirdi. Belki de bu hastalık, onların cehennemden önceki lanetiydi… Ama kimse bu karanlığın içinde ne kadar derinlere gidebileceklerini tahmin edemezdi.
Bir canavar insan olarak mı gösterilmeli? Yoksa tam tersi, bir insan canavar olarak mı? Hepimiz biliyoruz ki, sırtlan ya da Komodo ejderhası olamaz. Ama o karanlık ruh, insanın içinde büyürse, işte o zaman gerçek canavara dönüşür. Bir kötülük ne zaman en korkutucu hâlini alır? Cevap basit: Bir mite dönüşmekle… Yüzyıllardır yaşanan şey işte bu. Ve artık, kabul etmeliyiz ki, içimizdeki karanlık hepimizde bir parça var. O karanlık, her an yüzeye çıkmak için bekliyor, tıpkı bir canavar gibi.
Düşünce rüzgârının gerçek yüzü, sadece bilgi değildir; iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırma yeteneğidir. Zamanımızın en korkutucu insani tepkilerinden biri, düşüncesizlik ve pervasızlıkken, diğeri ise peşin hükümler ve önyargılardır. İçimizi karıştıran bir boşluk vardır; anlamsızca tekrarladığımız doğru bildiklerimizin bir anlamı kalmamıştır.
Düşünme, irade ve sorgulama becerileri, birer yük gibi yadsınabilir ya da tamamen yok sayılabilir. İrade göstermemek, iradeyi reddetmektir; ve bu reddediş, düşüncesizliği doğurur. Otonom kötüler, kötülük yapmamayı tercih ederler. Heteronom kötüler ise, başkalarının karanlık hedeflerine yönlendirdiği, zalimce durumlara sevk etmeyi severler.
Heteronom kötülüğün üç temel koşulu vardır:
Failin davranışları, kötü sonuçlar doğurmalıdır.
Fail, heteronom bir saik benimsemiş olmalıdır.
Fail, irade ve sorgulama açısından, kötücül bir gelenek ya da uygulamaya boyun eğmiş olmalıdır.
Bu tür faillerin, kötülüğe meyilli olması ya da açıkça kötücül bir saik veya ilkeyi kabul etmeleri gerekmez. Heteronomiyi kabul etmek, daha fazla seçim yapmaktan kaçınma kararıdır; bunun bilinçli bir şekilde formüle edilmesine gerek yoktur. Kişinin etkinliğinde ve yaşam tarzında kendini gösterir, hatta en mükemmel şekilde hayatına yansır.
Yasal sorumluluk sadece bir yansıma değildir; ahlaki sorumluluğun zemininde, gönülsüz bir otomat olmaktan çok, efendilerinin özgür ve isteyerek hizmetkârı olma gerçeği vardır. Ve işte bu zemin, zaten kurulmuştur.
Heteronom failler, siyasi kötülüğün daimi olanaklarını açar ve yol verirler. Bir kez daha, bu bir bürokrasi meselesidir. Soykırımların karanlık dehlizlerinde, bu olayları hayata geçirenler, çoğunlukla bu suçların ahlaki boyutlarından tamamen uzak dururlar. Herhangi bir kötülüğün üstlerindeki niyetler ya da altlarındaki uygulamalara dair, doğrudan bir suçluluk duygusu hissetmeyebilirler. Hatta buna inanabilirler bile… Ama bir soru vardır: Bunlar gerçekten birer canavar mı? Yoksa yalnızca birer kukla mı?
Baskıcı hükümetler, halklarını korku ile yönetir, onları kendilerinden korkutarak iktidarlarını sürdürürler. Ancak demokratik hükümetler, aynı gücü elde etmek için halkını farklı bir korkuyla yönetir. Korku, her iki sistemde de aynıdır, tek farkla: Birinde halk, yöneticilerinden değil, belirsiz, hayali bir tehlikeden korkar. Demokratik sistemler, baskıcı yönetimlere kıyasla daha sofistike bir yöntemle halklarını kontrol eder. Bu yöntem, halkın düşünce dünyasında yer eden yeni bir korku yaratmaktan ibarettir. Yönetimin işini kolaylaştırmak içinse, halkın zihnine sürekli yeni, korkutucu düşmanlar sokmak gerekir. Fakat bu strateji, demokrasilerin de beklenmedik sonuçlar doğurmasına yol açar: Bu yeni yaratılan düşman, devletin halkı üzerindeki gücünü pekiştirirken, aynı zamanda pahalı, müdahaleci ve bazen ölümcül adımlar atılmasına neden olabilir.
Bir diğer ihtimal ise, yaratılan bu korkunun öylesine derinleşmesi ve yayılmasıdır ki, toplum bir noktada, liderlerini savunmak yerine, onların her adımını sorgulamaya başlar. Bu sorgulama, daha da uç bir noktaya taşınarak, her türlü talebin daha keskin ve daha tehlikeli bir biçimde yükselmesine yol açar. Bu, toplumun kendi kendini körüklediği bir karanlık spiral gibi işler. Her bir çıkış, daha büyük bir tehdit yaratır, her bir adım daha büyük bir kaos yaratır. Tüm bunlar, her yerde –yani her demokraside– benzer korkularla beslenen muhalefetin yükselmesine zemin hazırlar. Göçmenler, yabancı tehditler, bilinmeyen düşmanlar… Herkesin içinde bir şeyler kanat çırpmaya başlar. Ama işin gerçeği şu ki, bu korkular, halkı bir canavara dönüştüren, o canavarı yaratanlar da, yine o halkı yönetenlerdir.
Demokratik liderler, halklarının bir canavara dönüştüğünü düşünürken, o canavarı besleyen ve büyüten kendi elleridir. Bir toplum bir zaman sonra, sadece korkudan değil, aynı zamanda güçten beslenen bir paranoyanın içinde kaybolur. Ve o korku, liderlerin ellerinde, ellerinin arasında her geçen gün daha da büyür… Çünkü o canavar, onları güçlendiren bir varlık olmaktan çıkar ve bir noktada, tüm toplumun üzerinde bir tehdit halini alır.
Âlemin derinliklerine kötülüğün tohumlarını ekebilecek kadar cömert olanlar, acıma hissini kaybetmişlerdir. Onlar, karanlığın özüdür, çünkü karanlığın bir kaynağı yoktur; o, her ışığın içinden çıkar ve ışığın cimrileştiği her yerde, israf edilen öfkenin yankısıdır. Işığın kaynağı her zaman bulunabilir, her zaman takip edilebilir… Ama karanlık, nehrin akışına benzer, hiç kimse onu tam olarak nerede başladığını anlayamaz. Işık, karanlıkta yavaşça kaybolurken, öfkenin gölgesi büyür. Karanlığın içinde bir güç vardır; o, suskun bir yeraltı nehrinin akışıdır. Her bir adımda, daha da derinleşir.
Ruhun ateşleri sönmeye başladığında, kalp ve vicdan bulanıklaşır, karanlık bir sisin içinde kaybolur. Tutkular, korku ve öfke ile sarılıp bu karanlıkta hareket etmeye başlar. Yavaşça, sabırla büyürler. Tıpkı bir canavarı besleyen kelimeler gibi. Ve işte o karanlık, açlıkla birleşir. O açlık, yalnızca yitirilmiş ruhların çığlıklarından beslenir; karanlıkta, yalnızca güç bulur. O açlık, bir kez tatmin olduktan sonra, ne kimseye ne de kendisine merhamet eder. Karanlık, onu besleyen elleri bile birer kuklaya dönüştürür.
Genç adam, defterinin sayfalarına göz gezdirirken bir anda kafasını kaldırıp, şöminede dans eden alevlere doğru baktı. Zihni bulanmıştı; hiç bu şekilde, kötülüğün ve vahşetin derinliklerine inmeye cesaret etmemişti. “Neden?” sorusunu, hiçbir zaman sormak gereği duymamıştı. Oysa şimdi… Şimdi her şey farklıydı.
Nana ona şöyle demişti: “En kötü, en vahşi suçları işlemiş olan bile, savunulma hakkına sahiptir.” Başlangıçta bu cümleyi tamamen saçma bulmuştu, ama o an, bir şeyler değişmişti. Evet, belki de gerçekten herkesin kendini savunma hakkı vardı ama asıl mesele, o savunmayı dinlerken, duygularını, içindeki öfkeyi ve korkuyu bir kenara bırakabilmekti. O kadar karışık, o kadar zor bir şeydi ki…
Son yedi saattir okuduklarını düşündü. Eğer başka biri, aynı korkutucu ve rahatsız edici hikâyeyi anlatıyor olsaydı, belki on beş dakika sonra terk edip gitmiş olurdu. “Bunu dinlemem, bu karanlık beni boğar,” diye geçirdi aklından. Ama anlatan kişi, onun dedesiyse… İşin boyutu birden değişiyordu.
Gözleri tekrar alevlere kaydı. Şimdi, anlatılanların ardındaki gerçeği görmek, işte bu korkutucuydu. Zihninde dönen düşünceler birbiriyle çatışıyordu. Dedesinin soğukkanlılığı, zamanla karanlık bir sırra dönüştü. Bir suç, bir yanlışlık, bir katliam; hepsi aynı derecede korkutucu olsa da, gerçeklik, anlatanın kim olduğuyla şekilleniyordu. Dedesinin sakin bakışları ve derin sessizliği, tüm bu karanlığın, acının, korkunun bir parçasıydı. Kendisini savunmak… Belki de en çok, gerçeği kabul etmek zordu. Gerçek ise her geçen saniye, daha karanlık, daha gizemli bir hal alıyordu.
Ve o an, bir şey fark etti. İnsanlar suçlarının bedelini öderken, asıl bedel, onları savunanların ruhlarına yükleniyordu. Yanlış, sonsuz şekillerde bükülüp dönüşebilir, yüzlerce farklı form alabilir… Ama doğru, yalnızca bir tek şekildedir. Fakat o tek doğru bile, analiz edildiğinde, sorgulandığında kaybolur. Bilim, her şeyi sorgulamayı emreder. Her düşünceyi, her inancı, her gerçeği… Bütün emirlere karşı çık, tüm dogmalara isyan et; ama bir şey var ki, buna asla karşı gelme… O tek doğru, sana her şeyin anlamını verir. Onu sorgulamak, yalnızca seni değil, tüm dünyayı yok edebilir. Ve o doğru, bir kez sorgulandığında, artık geri dönüş yoktur. Gölgeler daha karanlık, gerçeklik daha bulanık hale gelir. Yalnızca bir adım, bir soru, bir yanlış adım atıldığında, her şey çözülmez bir bulmacaya dönüşür. Fakat bunun farkında bile olmadan, hepimiz o doğruyu bekleriz. Çünkü bazen, doğruyu kabul etmek, en korkutucu olanıdır. Cesarete en çok o an ihtiyaç duyarız…
Bir karanlık yola girdiğimizde, adımlarımızı durdurmadan, düşünmeden ilerleriz. Her adım, bizi daha derine çeker, daha derin bir boşluğa… Ve bir noktada, istemeden sürükleniriz. Oysa ışık, en güzel meyvesini bize sunmuştu, her şeyin cevabı oradaydı. Ama biz o meyveyi gördükçe, dalında çürütüp, bir kez bile tatmadan terk ettik. Işığın bize sunduğu, gerçekliğin en parlak hâliydi. Ama karanlık, öylesine derin ve sinsi ki, orada bekleyen tehlike, en güzel vaatlerin bile ötesine geçebiliyor. Biz o meyveyi görmedik, ya da görmek istemedik. Her çürüyen dal, bir kaybolan fırsat, bir yitirilen umut oldu. Bunu yapmak zorunda değildik… Ama yapmamız gerekti. Ve şimdi, karanlıkta kaybolmuş her meyve, her fırsat, her anı, bir yıkımın, bir sistemin gölgesinde çürüdü…
İnsanlar, sevmeden, kendi arzularına tapmadan yaşarlar; onlar, korkunun pençesinde, yönetenlerin arzularına bağlıdırlar. Korku, tüm dünyayı ele geçirdiğinde, her şey bir bedel karşılığında kazanılır—ve o bedel, en değerli olan her şeyin acı içinde kaybedilmesidir. Korku, hep yanımızda; her güzel şey, en sonunda bir karabasan gibi silinir. Fikirler, özgürce söylenmek için, yeni dünyalar yaratmak için, hayatı bir anlık da olsa renklendirmek için doğar. İnsan beyninin derin, karanlık köşelerinde saklanmak için değil. Ama bu dünyada, gerçeği söylemek her zaman en tehlikeli olandır. Fikirlerin gerçeği, korkudan arınmış sesler duymaya cesaret edebilenlerin ellerinde şekillenir. Ve bazen, akıllıca olan, en aptalca görüneni yapmaktır. Çünkü aptallık, en derin korkuyu, en büyük kontrolü kıracak tek güç olabilir. Gerçek cesaret, görünüşte savunmasız olmak, ama aslında tüm gücünü içinde tutmaktır. Korkunun hükmettiği bu dünyada, hiç kimse gerçekten özgür değildir. Ama bir anlık kör cesaret, belki de hepimizi özgür kılabilir.
Neredeyse gün doğacaktı, defterin sayfası son bir kez daha gözlerinin önünden geçti ama uyuması da gerekiyordu. Yine de, midesi kahveden tuhaflaşmıştı. Bir bardak su içti, derin bir nefes aldı ve yavaşça odasına doğru ilerlemeye başladı. Aklı, dedesinin söylediklerinde takılı kalmıştı, hiç durmadan dönüp duruyordu kafasında: “Bir insan, amacı uğruna ne kadar ileri gidebilir? Bilim uğruna ne kadar risk alınabilir?”
Marie Curie, radyoaktiviteyi keşfederek tarihe geçmişti. Ama bu keşif, sadece onun değil, ailesinin de hayatını yok etmişti. Radyumla yaptığı çalışmalar, bedenini çözülemeyen bir felakete sürüklemişti. Gözleriyle göremediği, elleriyle hissedemediği bir son, onu 1934’te lösemiye teslim etti. Bilim uğruna büyük bir bedel ödedi… ama hangi bedel, hangi sonu görebilecek kadar ileri gidebiliriz?
Robert Hooke, 17. yüzyılda mikroskopla hücrelerin yapısını ilk gözlemleyendi. Fakat mikroskopa duyduğu takıntı o kadar güçlüydü ki, sağlığını hiçe sayarak gece gündüz çalışmış, gözlerini kaybetme noktasına gelmişti. Hangi başarı, hangi keşif bir insanın bu kadar bedel ödemesini hak ederdi? Gözlerini kaybetmek… Ne için?
Ivan Pavlov, köpekler üzerinde yaptığı ünlü koşullu refleks deneyleriyle tanındı. Bilim uğruna hayvanları aç bırakmak, onları denek olarak kullanmak… Bir zamanlar merakla baktığı, şimdi ise suç gibi görünen bu deneyler, ona çok şey kazandırmış olabilir, ama hangi etik sınır, hangi insanlık değeri geride bırakılabilirdi? Hayvanların acısı… insanlığın ne kadar uzağında durabilir?
Isaac Newton, fiziği ve matematiği yeniden şekillendirdi. Ancak, bu dehanın bedeli, sağlığını kaybetmek oldu. O kadar fazla çalıştı, o kadar yoğunlaştı ki, kişisel bakımını unuttu. Bedeni çürüdü, ruhu yavaşça kararmaya başladı. Bir insanın kendini bu kadar kaybetmesi, ne kadar doğru bir şey uğruna olabilir?
Alfred Wegener, kıtaların kayması teorisini geliştirdi ve çoğu zaman yalnız kaldı. Diğer bilim insanları onunla dalga geçtiler, hatta teorilerini bir kenara ittiler. Ama o, bilim uğruna soğuk ve zorlu Antarktika’ya doğru yola çıktı. Kendi ölümüne meydan okudu. Bilim için ölmek… bir keşif uğruna yaşamını yitirmek… Ne kadar ileri gidilebilir? Ve daha ne kadar…
Soru bir kez daha kafasında yankılandı: “Bilim uğruna nereye kadar gidilebilir?” Bir insan, keşfetmek için, ne kadarını feda edebilir? Bu sorular, onu uyutmuyordu. Sonra, birden odasının kapısını kapatıp yatağına yattı. Ama gözleri, karanlıkta parlayan bir şeyin yansıması gibi, düşüncelerinden hiç kopmadı.
Genç adam sabah için alarmı kurmayı unuttuğu için saat çoktan öğleden sonrası olmuştu. Duşunu alıp kafasında bir gün önce okuduklarının yoğunluğuyla ağır adımlarla merdivenlerden inmeye başladı ve “daha yarısını okudum” diye geçirdi aklından. Bir gün önce içtiği fazlasıyla kahvenin midesinde bıraktığı garip his kaybolmamıştı. En son eğitim döneminde böyle yoğun kafeine maruz kalmıştı, sabahlara kadar çalışıp hazırlaması gereken sunumlar için her zaman 24 saatten fazla zamana ihtiyaç duyuyordu, sonuçta 3 ayrı bölüm, 3 ayrı üniversite demekti. Sönmek üzere olan şömineye birkaç kütük attı, kenarından biraz kâğıt sıkıştırdı. Daha sonra tezgâha doğru yöneldi.
“Biraz bal iyi gelebilir,” dedi kendi kendine. Bakır kaba koyduğu sütü ocakta ısıtıp birçok efsaneye de konu olmuş, yaşadığı bölgeye has, “doğal ilaç” denilen Anzer balından bir çay kaşığı da karıştırıp kupasına doldurdu. Ağır adımlarla binlerce defterin dizili olduğu cam tarafındaki geniş koltuğa geçti, dışarıyı seyrederek sütünü içmeye başladı. Kafasında dönüp duran karmaşaya, oluşan kaosa bir cevap aramaya başladı. Belki de dedesi her şeyi zamana yayarak anlatmış olsaydı, böyle bir kaosun içerisine düşmeden mirası çok daha kolay devralabilirdi.
Sonra asıl soru beyninde şimşek gibi çaktı: “Babası ne kadarını biliyordu?” Tek kelime imada bile bulunmamıştı, sadece yaptığı iyiliklerden ve kendilerini dahil ettiği aydınlanma cemaatinden ya da adına her ne demek istiyorsanız ondan, bir oluşumdan bahsetmişti. Bilmiyor muydu yoksa söylememeyi mi tercih etti? Yoksa dedesi zamanı geldiğinde kendisi anlatmak istediği için bu defteri yazmış ve bırakmayı mı tercih etmişti? Genç adama göre hepsi anlamsızdı, en baştan anlatabilirlerdi her şeyi, ama ya babası da bilmiyorduysa…? “Ama neden?” Bu kadar önemli bir aile sırrını bir Hollywood senaryosu gibi bu şekilde öğrenmem aslında komik bir durumdu, diye düşündü. “Bana onca şey öğreten dedem ve babam en azından aile kökenimiz hakkındakileri anlatabilirlerdi,” dedi yeniden kendi kendine.
Sıcak ballı süt iyi gelmişti, bir tane daha doldurmak için ocakta duran bakır kaba yöneldi. O esnada “Demek ki yıllarca yurt dışında okumam, yaşamam sırf bu evin inşası içinmiş, bütün bu muhteşem yapı benim yokluğumda yaratılmış,” diye düşündü ve gülümsedi kendi kendine. Dedesi her zaman derdi ki: “Monotonluk ve canlılık, birbirinin sonsuz düşmanıdır; ikisi aynı alanda var olamaz. Biri geldiğinde diğeri yok olur, birinin nefesi diğerinin sonu olur.” Bu sözcükler, onun için sadece bir öğüt değil, aynı zamanda evrenin derin sırlarından bir ipucuydu. Her anın içinde bu iki güç, bir denge değil, birbirini yok etme çabası içinde savaşıyor gibiydi.
“Belki de beni monotonluk, sıradanlık ve basitlikten uzak tutmak, test etmek için bütün bu Indiana Jones senaryosuna dahil etti ve daha açılacak bir kapı ve okunacak yaklaşık 3000-4000 defter var, beni daha çok macera bekliyor,” diye geçirdi aklından ve kupasından koca bir yudum daha aldı. Boğazından midesine doğru inerken çok özel balın etkisini boğazından midesine hissettiği yanmayla anlıyordu.
Önündeki defter yığınlarına gözlerini dikerken, profesörün sözleri kulaklarında çınlıyordu: “Başarı, iyi bir çalışmanın en güzel ödülüdür; hırs ise o ödüle ulaşmanın yegâne kamçısıdır.” Harvard’daki tez danışmanı, bu sözlerle ona bir yol göstermişti, ama o, bu yolun ne kadar karanlık ve tuzaklarla dolu olduğu konusunda o zamanlar en ufak bir fikir sahibi değildi. Hayatını bu söze yaşadı; hiç durmaksızın, bazen insanüstü bir çabayla çalıştı. Kimse, şu an onun sahip olduğu bilgiye ulaşamazdı, çünkü bu bilgiler, zamanın ve mekânın ötesinden geliyordu. Her bir sayfa, her bir not, bir sırra açılan kapıydı, ama aynı zamanda tehlikeli bir yolculuğun başlangıcıydı.
Şimdi, önündeki defterlerin tamamını incelemeli, içlerinden sadece toplumun anlayabileceği kısımları seçip, makaleler halinde dünyaya sunmalıydı. Ama bu, birkaç el yazmasından ibaret değildi. Kendisinin, bu bilgi denizinin kalbindeki mirası devralması, onu anlaması gerekiyordu. Nehrin derinliklerine inmeli, karanlık köşelere ışık tutmalıydı… Ama ilk önce, içindeki boşlukları ve şüpheleri netleştirmeli, bu bilgilerin gerçek doğasını çözmeliydi. Ancak o zaman, çıkması gereken o sonu gelmez yolculuk, başlamak için hazır olacaktı.
Ağır adımlarla mutfak tezgâhına doğru yöneldi, kupasını ve bakır kabı yıkadı, kenara bıraktı. “Bugün değişiklik yapıp çay ile başlayayım,” dedi. Türkiye’de çok popüler bir içecek olan çay, yaşadığı bölge insanı tarafından üretimi yapılıyordu. İlginçti, çay Türk topraklarında 19. yüzyıl ortalarında içilmeye başlandı, 20. yüzyılda popüler oldu ve 20. yüzyıl ortalarında ekimine de başlandı. Ondan önce İstanbul’un fethi döneminde kahve ile tanışılıp Türk kahvesi popülerliği başlamıştı. Ve Avrupa kahve ile Osmanlı işgali ile tanışmışlardı… Bütün bunların öncesi çeşitli bitki çayları ve süt türevleriydi. Tezgâhın alt kısmındaki dolaptan çıkardığı çok güzel işlemeleri olan kömürlü semavere suyu doldurdu, şöminenin kenarındaki küçük küreğe koyduğu közleri semaverin alt kısmındaki hazneye yerleştirdi, biraz daha kömür parçası ekledikten sonra kaynamaya bıraktı şöminenin yanında. Sonra salonun öbür ucuna geçip müzik sistemini açıp bir önceki akşam dinlediği yarım kalan çalma listesini yeniden çalıştırdı. Salonda Burning Spear’ın soundu ve muhteşem “Jah Nuh Dead” parçası duyulmaya başladı:
“They tried to fool the black population
By telling them that jah jah dead
And they tried to fool the black population
By telling them that jah jah dead
I & I knows jah, jah no dead, jah no dead”
Türkçe çevirisiyle:
“Siyah nüfusu kandırmaya çalıştılar
Onlara Jah Jah’ın öldüğünü söyleyerek
Ve siyah nüfusu kandırmaya çalıştılar
Onlara Jah Jah’ın öldüğünü söyleyerek
Ben ve ben Jah’ı biliyorum, Jah ölmedi, Jah ölmedi”
Tekrar şöminenin önündeki koltuğuna geçti ve defteri açtı; “Küçük Nuraz, dahi torunum, şunu hiçbir zaman unutma: Nereye gideceğini bilmeden evden asla çıkma. Hayatta her zaman bir hedefin olsun, yürünecek bir yolun, ulaşılacak bir noktan. Hedefleri olan insanlar yaşamın içinde var olurlar, geri kalanlar sadece bir kalabalığın parçasıdır. Onlar, zamanın ve oksijenin boşa harcanan parçalarıdır. Hedefi olmayan bir insan, karanlığın avına dönüşür. Amaçsız bir ruh, boşlukta savrulurken, karanlık ona yaklaşır, fısıldar; beyinlerine vesvese ekler, içlerini kuşatarak onları kontrol altına alır. O insanlar, sadece birer oyuncak olur. Birinin hayatını yok etmek için, bazen kendi hayatlarını yok etmek için ve bazen, tüm bir toplumun, bütün bir ülkenin kaderini karartmak için… Hiçbir hedefi olmayan zihinler, karanlık güçlerin en kolay hedefidir. Ve bir gün, hedefsiz kalan herkes, o karanlık güçlerin oyununa düşer, hiç fark etmeden.
Bahçene ne kadar özen gösterirsen göster, üzerine titrediğin o güzel şiir gibi çiçeklerin etrafında kötü otlar yine filizlenecektir, karanlık bir şekilde, hiçbir zaman beklemediğin bir anda seni sarabilir. Ama unutma, eğer zamanında müdahale eder, onları kökünden söküp temizlersen, o çiçekler bütün ihtişamlarıyla sana kendilerini sunacaktır. Ama eğer onları görmezden gelir, o kirli toprakta büyümelerine izin verirsen, bir gün o otlar, seni sarar, çiçeklerini boğar ve bahçen, bir zamanlar sevgiyle beslediğin o cennet, karanlığa dönüşür.
Kâinattaki her şeyin bir ruhu vardır, illa canlı bir organizma olmasına gerek yoktur. Önemli olan, varlıkların yaratılma amacıdır. Eğer bir amacın varsa, o zaman varlığınla bir nedensellik ilişkisi kurabiliyorsan, senin de bir ruhun vardır.”
“Gözlerin, karanlıkta derinlere doğru bakıyor olsa bile, her şeyin gerisinde saklı olan bir şeyler ara. Nedensiz yaratılan hiçbir şey yoktur. Ve yaratıcı da dahil, hiçbir şey mükemmel değildir. Çünkü kusurlar, yanılgılar… İşte onlar, mükemmelliği doğurur. Bizim onları fark etmemiz için varlar. Bazen bir hata, bir eksiklik, bir kayıp… Bizi asıl gerçeğe, karanlığın içindeki o parıldayan sırra yaklaştırır.
Bazen öyle olaylar vardır ki, onlardan kaçman imkansızdır. Eğer kaçmaya çalışırsan, seni bir kâbus gibi takip ederler, her adımda seni daha da sarar, seni yavaşça tüketirler. Önüne çıkan her olay, her problem, bunları hesaplayarak karşıla. Her adımını buna göre planla, buna göre bir çözüm üret. Kaçmak bazen akıllıca olabilir, ama bazen sadece bir çıkış yolu değil, bir ihanettir. Aşkı korkakça terk etme, ama aptalca bir kahramanlık da yapma. Zira karanlık, her zaman hileyle savaşır, ve hileli savaşta sana sadece İKİ şey kazandırır: BİLGİ ve ZEKA. Analitik düşün… Her zaman analitik sonuçlar çıkar, çünkü akıl, karanlıkla savaşta her zaman kazanır.
Işık geldiğinde, karanlık kaybolur. Unutma, sen bir ışıksın… Ve ışık, karanlığın sonudur. Hafif acılar konuşur, ama ağır acılar dilsizdir. Çoğu zaman ben de sustum, kendimi bu ağırlığın altına gömdüm, hapsoldum. İçimdeki o suskun acıyı kimseyle paylaşamadım. Umarım, sen benim mecbur olduğum şeyleri yapmak zorunda kalmazsın… Umarım, senin yolun daha kolay olur. Ama bir gün gelir de kaderin seni zor bir tercihe iterse, tereddüte düşme. O an geldiğinde, o düğmeye basmak zorunda kalırsan, bir saniye bile düşünme… Sadece bas!
Hayat her zaman bir yolunu bulur, devam eder. Ama karanlık, bir kez hayatı esir aldığında artık çıkış çok zordur. Ve o düğme, karanlığa karşı savaşta zafer getirecekse bas; tereddüt etme, çünkü tereddüt o an zayıflıktır, seni ve insanlığı yok eder. İnsanlık var olduğundan beri, bu hep böyle olmuştur. Bir seçim anı, bir düğme ve sonsuz bir karanlıkla yüzleşme.
Sevgi her zaman kazanır, çünkü kolaydır. Ama aşk… Aşk bir başkasının hayatını içine almak, onun dünyasında kaybolmaktır ve bu, zordur. Ama unutma, zorluk hayatın bir parçasıdır; paylaştıkça hafifler. O yüzden, anlam yükleyebileceğin, değer verip değer görebileceğin bir kadınla bu zorluğu paylaş. Çünkü gerçek anlamı, paylaştıkça bulur.
Elindeki tüm maddi imkanlarla her şeyi satın alabilecek güce sahipsin, ama bir şeyi satın almak imkansızdır… O da gerçek aşk ve bir kadının kalbi. Onu sadece kendin olarak, kişiliğinle, verdiğin değerle ve oluşturacağın güvenle kazanabilirsin. Bunun dışında elde edeceğin hiçbir kadın ve sunacağı aşk gerçek olamaz. Düşün onu bir kitap gibi; ya okurken sıkılıp bir kenara atarsın, ya her şey o kadar klişedir ki, okurken sadece üstünkörü geçer, bir süre sonra kapaklarını bile unutursun. Ya da belki o kitabı birine verir, içindeki büyüyü kaybetmek istemezsin. Ama gerçek aşk, sana veren bir kadın… İşte o, seni bir kitaba dönüştürür. Her satırını defalarca okur, her kelimesinden büyük keyif alırsın. Bazen o satırları tekrar tekrar okur, bitmesini istemezsin. O kitabı korur, muhafaza edersin, zarar görmemesi için. İşte gerçek aşk böyledir, seni kaybolmaya, her anına yeniden hayran olmaya sürükler. Ve tıpkı benim gibi, ikinci bir sevgiyi bulamayansan, ilkine sonsuza kadar bağlı kalırsın. Umarım sen, bu kaderi yaşamazsın, küçük Nuraz…
Ölçülebilen bir sevgi, zavallı bir sevgidir, bu yüzden sevgini, sadakatini, verdiğin değeri asla bir şeylerle kıyaslama. Kıyaslama ki, o sevginin değeri kaybolmasın, büyüsü bozulmasın. Her aşk, her sevgi, şahsına münhasır ve özeldir. Eğer herkes aynı çizgide, aynı ilişkiyi yaşasa, aşkın bütün anlamı, büyüsü yok olurdu. Herkes aynı şeyden hoşlanmaz; kimi güçlüyü seçer, kimi zayıfı, kimisi de kendi yolunda ilerleyip yalnızca kendisini keşfetmek ister. Kendine ait bir çizgi çizer, kendi hikayesini yazmak ister. İşte bu özgür iradenin gücüdür; her kalp kendi yolunu seçer.
Ama asla yalnız olma. Hiç kimse yanında olmasa bile, sevdiğin, değer verdiğin kadın mutlaka yanında olsun. İnsan, her zaman güç alabileceği birini yanında ister, buna ihtiyacı vardır. Çünkü Tanrı, her zaman seni duyamaz; bazen duysa bile çok geç kalmış olur. Ama yanında seni gerçekten seven kadın, her zaman elini tutacak mesafede olur, her zaman sana sıcaklık verir, güven verir… Ve işte bu yüzden, hayatı oluşturup dünyaya getirme mucizesi, kadına verilmiştir. Çünkü kadın, hayatın kaynağıdır; onun içinde tüm büyü vardır.
Etrafında her zaman bir kalabalık olacak, ama kontrolün her zaman sende olması gerek. Çünkü eğer insanlar ağızlarıyla söylediklerini, kulaklarıyla duyabilselerdi, çok daha az konuşurlardı. Kimisi kendi düşüncelerini paylaşacak, kimisi de karanlığın fısıldadığı sözleri sana ulaştırarak aklını bulandırmaya çalışacak. Ama unutma, her zaman önce düşün, sonra sakin bir şekilde tepki ver. Her adımın, her sözün bir yankı yaratır.
Bazen, düşmanının gözlerinin önünde olman senin avantajın olabilir. Çünkü kötülük en yakınından gelir. Birini yok ettiğinde, geride bıraktığın boşluğu doldurmak isteyenler gelir. O arayış dönemi, bir süre seni tehlikeye atabilir, çünkü onları görmeden fark etmen imkansızdır.
Ahmaklık ve aptallık, iki farklı şeydir… Ahmaklar, hatalarını fark ederler… Aptallar ise reddederler. Gerçek tehlike, hatanın farkına varmayanlardadır. Akıllı insan, önce hata yapmamaya çalışır. Eğer yaparsa, derhal, en kısa ve pratik yoldan düzeltmek için çabalarını seferber eder. Çünkü, hata sadece bir başlangıçtır, asıl tehlike, onu görmezden gelmektir.
Nezaket, sadece kelimelerde değil, eylemlerinde de olmalıdır. Eğer birisi senin hatandan zarar görmüşse, elindeki tüm imkanları seferber ederek telafi etmelisin. Çünkü karanlık, tek bir hatayla başlar ve hızla tüm her şeyi sarar. İnsan davranışlarının tamamı, iyilikle kötülükle, aydınlıkla karanlıkla doğrudan bağlantılıdır. Her şey, kaynağından gelir. İyi bir niyetin, karanlıkta kaybolmasına izin verme.
Bir mumun ışığı, sadece dibini aydınlatır. Ama bir deniz feneri, karanlığın en derin köşelerine kadar ulaşır. Ufku aydınlat, çünkü karanlık seni bekliyor…
Genç adam kafasını kaldırıp şöminenin ateşine bakarken, kenarda duran semaverden tüten dumanı da fark etti. Kalkıp özel harman çayından 2 ölçek demliğe koyup kaynar suyu da üzerine doldurdu, eksilen suyu tamamlayıp altına birkaç tane daha köz ekleyip demlenmeye bıraktı çayını şöminenin yanında. Koltuğuna oturmadan, hava iyice kararmadan kar manzarasının karşısına geçip biraz daha seyre daldı manzarayı. Aklında dedesinin aşk ve sevgi ile ilgili yazdıkları dönüp duruyordu, aslında birçok açıdan düşüncesini, hislerini belli etmişti ama bir adım ötesi için cesaret edememişti ve bu çok komikti. Harvard’da, Oxford’da, Yale’de dünya çapında profesörlerle tartışacak cesareti kendinde buluyordu ama mesele Nana olunca saçmalıyordu bile bazen. Aslında bu çok komik bir durum; basit bir köfte için bile “çok sevdiğimizi” bu derece kolay söylerken, bir ömür geçirmeyi düşündüğümüz kadına bunu söyleyemiyoruz.
Aklında bunlarla koltuğuna geriye döndü ve oturdu, defteri eline alıp okumaya devam etti;
En güzel şarkılar bile, defalarca tekrarlandığında sıkıcı hale gelir, bu yüzden, her zaman yaratıcı ol. Her an, yeni bir şey üret. Çünkü insanlar, üretken olanlara saygı duyar; onlara ilgi gösterir, onları takip eder, hayranlık duyarlar. Karanlığın sunduğu o sahte, solgun gerçekliğe karşı, sen her zaman gerçeği göster. Acı da olsa, sahte bir mutluluğu, acı bir gerçeğe asla tercih etme.
İnsanlar, geçmişlerinin gölgelerinde kaybolmalarına izin verme. Bazen, masalcı bir amca gibi ol, bazen de bir bilim insanı gibi… Her zaman onlara geçmişi anlat, çünkü geçmiş, kim olduklarının anahtarıdır. Ama onlara aynı zamanda hedefler koy. Gelecek, ancak geçmişin yarattığı derslerle şekillenir… Bu, onların geçmişlerinden kopmadan, karanlıkta kaybolmadan daha net ve güvenli bir gelecek kurmalarını sağlar… Ama unutma, her zaman bir adım geride dur; çünkü karanlık, çok kolay bir şekilde seni kendi oyunlarına çekebilir.
Saadete tahammül edilmesi gereken bir adım varsa, felakete tahammül etmemiz gereken bin adım daha vardır. Eğer bunu insanlara anlatabilseydik, belki de her adımda daha dikkatli ve daha bilinçli olurlardı… Çünkü hayatın en derin dersleri, sadece zahmetleriyle öğrenilir. Ne kadar acı verici olsa da; şerefsizlikten daha sert bir yatak, daha keskin bir soğuk, daha acı bir sefalet yoktur… Karanlık, içinde bulunduğumuz her anın ta kendisidir. Ama en tehlikeli olanı, karanlıkta kaybolmaktır. Bazen, karanlığa teslim olmak yerine, Hektor gibi aydınlıkta ayakta durmak, daha şerefli bir ölümdür… Çünkü, hayatını sonsuza kadar karanlıkta kaybedenler, bir daha asla hatırlanmaz. Ama ışık, her zaman geride bıraktığın izlerle seni hatırlatır.
Acılarını, üzüntülerini âşık olduğun kadın hariç kimseyle paylaşma, özellikle de liderliğini yaptığın insanlarla asla… Çünkü bu acıları, senin zaafın olarak görebilirler. İnsanlar, duygusal zaafları silah olarak kullanmayı çok iyi bilirler. Liderler, insanların gözünde her zaman güçlüdür; mistik bir güçle donanmış, yenilmezdirler. Ama acılarını sergilersen, o görüntü kaybolur. Gözlerinde, bir insan olduğunu fark ederler ve büyü bozulur. Senin gücün, onların gözünde bir illüzyon haline gelir… Ama âşık olduğun kadın… O, bu acıyı yüklenir, senin için taşır. Sadece seninle kalmaz, aynı zamanda sana olan sevgisiyle o acıyı sahiplenir. O, insanlara karşı durur, senin gücünü korur. O kadın, karanlıkta bile seni ışığınla sarar…
Testiyi ister kuyuya daldır, ister okyanusa… Alacağı su her zaman aynıdır… Bunu unutmamalısın. Ardından gelen her adımı dikkatle izle, her hareketi titizlikle değerlendir. İnsanların kapasitesi sınırsız değildir; sınırlarını doğru belirlemelisin. Zeka, herkesin içinde var olan bir olgudur. Ama tıpkı kas yapısının gelişmesi için belli bir yaş gerektirdiği gibi, zekanı geliştirmeye başlamak için de bir zaman vardır. Zaman geçtikçe, kaslarımız gibi, beyin hücreleri de yavaş yavaş işlevini kaybetmeye başlar. İlerleyen yaşla birlikte, biz de ona destek olmak için bir şeyler yapmalıyız; yiyecekler, takviyeler… Ama zekâya gelince, insanlar için yapabileceğin tek şey, onları en güvenli limanlara götürmek, bu fırtınada onlara yön vermek ve korumaktır.
Sen, küçük Nuraz… İnsanlara güvenle yaşayabilecekleri yeni dünyalar sunacak kadar yetenekli bir kaptansın. Eğer bu defteri okumaya başladıysan, unutma… Bu defterin her sayfası, senden önce bu gemiyi kullanan kaptanların yazdığı seyir defterleridir. Ve o defterlerdeki her iz, seni bekleyen karanlık denizlere dair uyarılarla dolu. Her adımın, bir kaptanın son adımı olabilir…
Bu dünyaya gözlerimizi açtığımız andan itibaren, yaşamaya, nefes almaya başladığımız gibi, aslında bir diğer açıdan, yavaş yavaş ölmeye de başlıyoruz. Anne rahmine düştüğümüz an, aslında bir geri sayım başlar. Her geçen yıl, her 365 gün, bir artış gibi görünse de aslında eksiliyoruz. İşte bu yüzden her adımda dikkatli olmalı, her nefeste verimli yaşamalıyız… Hiçbir şey yapmamayı seçmek de bir özgür iradedir, elbette. Kendi karanlığında kaybolan bir hayat da, en azından bir seçimdir…
Sahip olduğun her şeyle, lüks ve sefahat içinde yaşayarak, çok dolu bir hayat yaşadığını düşünebilirsin… Ama unutma, her yaşamda bir bedel vardır. Ya da; sahip olduğun gücü, karanlığa karşı savaş açmak için kullanıp, yorgun, yıpranmış ama gururlu bir hayat sürebilirsin. Minnettarlıkla dolu insanların kalbinde yer edinirken, bedelini ödeyeceğin o hayatın her adımında seni izleyen karanlık olacak… Her iki seçenek de önünde. Ama akıllıca bir seçim yapman gerektiğini unutma. Ve bir tek şart var… Eğer ilk seçeneği tercih edersen, bu defter dahil, her şeyi teslim edeceksin. O son kapıyı açtığında, kararını vermiş olacaksın. Ama o kapı açıldığında, geri dönüş yoktur…
Genç adam kafasını defterden kaldırıp şöminedeki alevlere bakarken, “Tam düşündüğüm gibi,” dedi kendi kendine, “o kapının ardındaki ne ise, buradaki her şeyden çok daha önemli. Bütün bunlar bir anlamda küçük küçük ‘spoiler’ler.” Gözü, üzerinden buhar tütmeye başlayan semavere kaydı. Şöminenin kenarında ısınmış olan ince belli Türk işi bardağa demi bol bir çay doldurdu ve keyifle bir yudum aldı. Arkasına yaslanıp birkaç dakika daha çayın aromasının hazzını hissedip alevleri seyretti. Bardağı bitip de ikinciyi doldurduktan sonra gözünü yeniden deftere çevirdi…
Para, iyi bir uşak ama çok kötü bir efendidir… Hayat kısa, sanat sonsuz; fırsatlar kaçıcı, deneyler aldatıcı ve hüküm vermek bazen çok zordur. Akıl, irade ve cesaret ister… Ama asıl güç, efendinin ne olduğunu anlamakta gizlidir. Kötü bir efendin varsa, hüküm verdiği her şey karanlığa dönüşür; sen ve etrafındaki herkes, en derin zulmü tadarsınız…
Yaşamak, bir sanattır. Ama en büyük sanatçılar bile hayatlarını çok dikkatli ve özenle şekillendirirler. Biz de, tıpkı bir sanatçı gibi, hayatımızı bu dünyaya en derin şekilde yansıtmamız gerekir. Unutma, sanat ölümsüzdür. Eğer hayatını bir sanat eseri gibi yaşadıysan, ölüm seni tatlı bir huzurla kucaklar. Çünkü, gerçek sanatçı için, ölüm son değil, en derin anlamını sakladığı bir gizemdir… Çoğu insan, yaşamak için birden fazla nedeni vardır. Ama uğruna ölebilecekleri hiçbir şeyleri yoktur… Ne zavallı bir hayattır bu…
İsyan etmesi gereken, sesini çıkarması gereken o anlarda susan toplumlardan kork. Çünkü onlardan korkak nesiller çıkar, sesi kısılmış, ruhu tutsak olmuş insanlar… Her adımlarında bir boşlukla ilerleyen, farkında bile olmadan kendi zincirlerini daha da sıkılaştıran nesiller. İnsanları konuşmaya, tepki vermeye cesaretlendir. Arkalarında dur, onlara gücün ve özgürlüğün onlardan geldiğini hatırlat. Seslerini susturmaya çalışanlara karşı, sesin hep yükselsin.
Özgür irade ve ifade özgürlüğü, liderliğin karşısında bir tehdit gibi görünebilir. Ama zeka ve akıl, bunları akıllıca kullanan ellerde güçlü bir silahtır. İnsanlar, özgürlüklerinin farkına vardıklarında, liderlerine olan bağlılıkları daha da güçlenir. Bu özgürlük, onlara kim olduklarını hatırlatır, benliklerini bulmalarına yardım eder. Ve bir kez bulduklarında, asla başka bir güç arayamazlar. Özgür irade, tıpkı bir silah gibi, tüm insanları birleşmeye ve korumaya iter. Birlikte savaşırlar, çünkü özgürlükleri ellerinden alındığında, hiçbiri hayatta kalamaz.
İnsanı insan yapan iki şey vardır. Birini elinden alırsan, başka hiçbir şey kalmaz. O iki şey… Özgürlük ve içindeki sevgi, güven. Eğer bunlar yoksa, geriye kalan sadece bir gövde olur. Aydınlanmanın ve ışığın efendisi, özgürlüğünü kaybetmemek için yaratıcısına bile karşı gelmiştir. Çünkü özgür irade, evrende var olmanın en büyük gücüdür. Ve bu güç, kaybedilmemelidir…
Sana hizmet eden her an, yanında duran dostlarına, yoldaşlarına ve her durumda karşında duran karanlığa hizmet eden düşmanlarına asla borçlu kalma. Onlara olan borcunu mutlaka öde, çünkü her şeyin bir bedeli vardır… Her birine, hak ettiği şekilde… Dostuna, sevgin ve minnettarlığınla; düşmanına, öfken ve zekanla… Ama her zaman adil ol, çünkü adalet, en keskin kılıçtan daha etkilidir…
Yeterli olandan bir adım fazla, seni farklı birine dönüştürebilir. Sevginin, güveninin, öfkenin, hatta şiddetinin bile bir sınırı vardır. O sınırı aşmak, seni kaybolmuş bir ruh haline getirebilir. Bu, her zaman hataya düşüren, seni bambaşka bir varlığa çeviren bir karanlık yoldur… Gerçek gücün, sınırlarını bilmekte yatar. Eğer bu sınırı aşarsan, seni bekleyen şey sadece karanlık olacaktır. Zira fazlası her zaman bir kayba, bir kayboluşa yol açar…
Bütün bunları okuyup bitirdiğinde şunu fark edeceksin; bildiklerimiz, bir gece rüzgarında savrulup kaybolan kum taneleri kadar azdır; ama bilmediklerimiz, gökyüzüne uzanan sonsuz karanlık kadar çok… Ve işte o bilinmeyene adım atmak bazen cesaret ister. Cesaret ve farkındalık. Bilgi, bir özgürlük fısıldamasıdır. Sadece bir kelime değil, başkaldırıdır… Bilgi, güçten çok daha fazlasıdır. Otoriteyi reddeder, zincirleri kırar ve karanlıkları aydınlatır. Çünkü bilgi, “Hayır” diyebilme cesaretidir. Aynı zamanda “Belki” diyebilme cesaretidir. Ve bu yüzden tehlikelidir… Bilgi, karanlıkla yüzleşebileceğin yegâne silahındır. Tehlikeli görüneni anlamaya başladığında, ona duyduğun korku kaybolur. Saygı kazanırsan, bir düşman bile seni koruyan bir müttefike dönüşebilir. Bu dünyada bilgi, hem savunmadır, hem de saldırıdır… Bunu bilmek, hayatta kalmanın anahtarıdır…
Vazgeçebileceğin hiçbir şeye değer verme… Çünkü vazgeçebildiklerimiz, aslında bize ait olmayanlardır. Ve her fedâ, bir parçanın kaybıdır… Bazen zafere ulaşabilmek için, sevdiklerimizi bile geride bırakmak zorunda kalırız… Ama unutma, bu onları değersizleştirmez. Onlar, bize ait olmayan bir yolculuğun taşlarıdır sadece… Bir ideal uğruna kendilerini feda edenlerle, karanlığın içine teslim olanlar asla bir tutulmaz. Çünkü gerçek fedakârlık, karanlıkla değil, aydınlıkla yapılan bir anlaşmadır…
Narsisizmle karıştırma, herkesin bir noktada kendisini sevmesi gerekir. Ama mesele bütünü kurtarmaksa, o zaman gözünü kırpmadan bir uzvunu bile feda edebilirsin. Çünkü hayatta kalanlar, kaybettiklerinden daha değerli olacaktır… İdeal için her şey mümkündür. Her şey…
Hayat dediğimiz şey, sonsuz bir karanlık çayır gibi uzanır ve bizler, o çayırda açan çiçekleriz… Ama kimi çiçekler sadece görünürken, kimi köklerinden derin bir güçle beslenir, tıpkı karanlıkta parlayan bir yıldız gibi… Efendimiz, karanlıkta ışığıyla bizlere yol gösterir, her birimizin büyümesine, çiçeklenmesine yardım eder… Ama burada önemli olan sadece açan bir papatya olmak mı, yoksa salep bitkisi gibi, görkemli bir çiçek açarken köklerinden insanlara sağlıklı bir lezzet sunmak mı?
Unutma, küçük Nuraz, güzellik sadece yüzeyde değildir, o karanlığın yansımasıdır. Gözlerinle değil, ruhunla görmelisin. Çünkü güzellik, her bakışta değişir, ışığın hangi açıdan düşeceğine bağlıdır. Ama gerçek güç, güzelliğin arkasında gizlidir, karanlıkta gizlenen bir kudret vardır… Güzellik, eğer içinde karanlık taşıyorsa, sadece bir yanılsamadır. Ama estetik ve verimlilik, birleştiklerinde çok daha güçlü bir şey doğurur. Karanlığın ışığı, zihinleri esir alır, ruhları tüketir. O yüzden unutma; gerçekte görmek isteyen, karanlığın derinliklerine inmeli ve her şeyin esasını görmelidir…
İnanmayan birinin ölümün eşiğine geldiğinde, korkuyla inanmak zorunda kalması, belki de insan olmanın en alçaltıcı halidir. Yaşadığımız hayat, bazen kalbimizi taşlaştırır, bazen de paramparça olmasına neden olur; ancak hepsi, bizim kişisel tercihlerimize bağlıdır… Fakat, inandığın Tanrı’yı aldatmaya kalkmak, başka bir boyutun kapılarını aralamak demektir. Hem her şeyi gören, duyan ve yaratıp yok edebilen bir güce inanacak, hem de o gücün aklını kandırmaya çalışacaksın… İnsan, basit ve tuhaf bir canlıdır; zamanla bunun farkına varacak, gerçeği göreceksin.
Cehennem inancı taşıyan herhangi bir dinin mensubu genellikle ölüme yaklaştığını hissedene kadar bu korkuyu umursamadan yaşar, o son dönemlerinde tövbekar hayatı yaşamaya çalışır ve inandığı, taptığı o büyük varlığı, onun koyduğu kurallar ve gösterdiği yoldan kandırmaya çalışır… Ama asla düşünmez ki belki de o yol bir tuzak, aldatmaca, sadece seni test ediyor: “İnancında samimi misin yoksa iki yüzlü mü?”
Yıllar, bizden her birini çalarak geçiyor; neşemizi, umutlarımızı… En büyük zafer, zamanı geldiğinde bir misafir gibi, davetle değil, memnuniyetle bu dünyayı terk edebilmek ve bir sonrakine hazırlanabilmektir. Fakat insanın en korkunç ve tedavisi imkansız hastalığı, servet ve gücün yarattığı anlamsız bir yaşam döngüsüdür. Çoğu zaman, bu döngü bir çılgınlık gibi sarmaladığı zihinleri, öylesine karanlık bir girdaba çeker ki, insan neyi aradığını, nereye gittiğini bilmeden kaybolur.
Bazı yazarlar, bu karanlık gerçeği anlatabilmek için hayvanları konuşturmuş, hayal ürünü ilahi varlıklar yaratmış, hayal ürünü kutsal sözlerle yolu göstermeye çalışmışlardır… Ama ne yazık ki, insanoğlu her zaman olduğu gibi görmek istediğini görmüş, duymak istediğini duymuştur. Tıpkı Musa’nın denizi yardığı, İsa’nın ölüleri dirilttiği, Muhammed’in ayı ikiye böldüğü o korkutucu mucizelerde olduğu gibi… İnsanlık, bazen en büyük gerçeği bile gözlerinin önünde göremez. Sen, onlara sadece göster; gerisini, senin ışığını takip edip keşfedeceklerdir. Ve o zaman, karanlıkla aydınlık arasındaki ince çizgiyi fark etme zamanı gelecekti…
Herkes kötülüğün ne olduğunu bilir ve zihninde ona dair bir görüntü taşır. Dehşet, acı, savaş… Ölüm üzerine ölüm… İnsanlık, tüm iyi niyetli çabalarına rağmen, tarihte yaşanan vahşetleri anlatabilmek için kötülüğün her biçimini, insanlık dışı her şeyi, Şeytan’ın adıyla ya da Şeytani bir sıfatla ifade eder. Bize dayatılan Şeytan figürünün var olup olmadığı, suçlu ya da masum olduğu hiç önemli değildir. Beynimizde her kötülüğün kaynağıdır ve suçludur.
Fakat, sana bir başka yolu göstereceğim; tüm bu metaforların ötesinde, insan gelişiminin gerçek yapısını, öğrenmeyi ve ilerlemeyi, bağımsızlığı ve onuru sembolize eden, asla eğilmeyen ve ruhsal olarak güçlenip özgür bir iradeye sahip olmayı anlatan bir başka figür var: Işık Efendisi. O, kelimelerle anlatılamaz bir güçle bizi aydınlatan, insanlığa farklı bir yol gösteren, tıpkı Katolik Kilisesi’nin şeytanlaştırmaya çalıştığı Lucifer’in tam tersi bir olgu gibi… Lucifer, entelektüel aklın, sevginin ve evrensel çekim gücünün sembolüdür. Tarih boyunca, cadılıkla suçlanan entelektüellerin, şifacıların yakıldığı o karanlık günlerde, özgürlükler sürekli olarak baskı altına alınmış ve sahte bir özgürlük anlayışı halklara dayatılmıştır. Aslında bizler, sahip olamadığımız özgürlükleri yaşıyor gibi görünürüz, tıpkı alkolün ve uyuşturucunun etkisindeki bir hayal dünyası gibi. Herkes farkındadır ki gerçekte kimse özünde özgür değildir; özgürlük, yalnızca izin verildiği kadardır, düşünmemize izin verildiği kadar özgürüzdür. Politik doğruculuğun sinsice yaydığı faşizm ve artan dini faşizm, özgürlükleri her geçen gün daha da kısıtlamaktadır. O asıl Şeytan’ı dikkatle bakarsan, tüm bu kaosun ardında gizlenmiş olarak, sinsi bir şekilde yarattığı karmaşaya gülmektedir; görülmesi aslında zor değildir şayet bakmasını bilirsen…
Eğitim sistemlerinin kasıtlı olarak bozulması, bilgisizlik, nihilizm ve özgür iradenin yok olması, bir yanda insanları öfkeye, şiddete ve suça yönlendirirken, diğer yanda daha radikal, daha tutucu ve bağnaz siyasetlerin ve dini inançların yükselmesine sebep olmaktadır. İşte asıl karşı durman gereken tehlike budur.
Peki, hiç düşündün mü, neden Mary Magdalene, Katolik dünyasında yok sayılıyor? Neden bu bağnaz zihniyet ona “fahişe” diyor? Fakat erken dönem Hristiyanları, ona “Mary Lucifer” yani “Işık getiren Mary” diyordu. Çünkü onlar biliyorlardı ki; insanları aydınlatan, bilgeliğe ve özgür iradeye çağıran Mary Magdalene, Diana Lucifer ve İsis Lucifer ile özdeştir. Aralarında mistik bir bağ vardı. O bağ, hem insanlık tarihinin karanlık derinliklerine hem de bilinmeyen sırların ışık tutan özüne açılan bir kapıydı. İnançlar, bilinen dünyayı silah gibi kullanmaya başladığından beri, bilgiye sahip olmayanların gözünde doğa tanrısı Pan, boynuzları ve toynaklarıyla Şeytan’a dönüşmüştü. Pagan tanrı ve tanrıçaları, zamanla ifritlere, iblislerin yüzlerine evrilmişti…
Ancak belki de bilinmeyen gerçek, ya da belki de herkesin bildiği ama kabul etmek istemediği bir sır vardı: Paganizmden sonra kabul edilen bütün dinler, esasen pagan inançlarının üzerine inşa edilmiştir. Aynı ritüelleri, aynı sembollerle süregeldiler. Bu, karanlık bir döngüydü, geçmişin ayak izlerini takip eden bir labirent.
Leonardo gibi dehalar, tarihin ve inançların korkunç ağına karşı hep bir meydan okuma gibi durdular. Torino Kefeni’nde görünen İsa görüntüsü, Kayalıklar Bakiresi tablosunda, Mary’nin arkasındaki kayalıkları devasa bir erkek organı şeklinde resmederek, yaratıkları olgularla bu bağnaz sistemle alay etmişlerdi. Simgelerle, gizli mesajlarla, her zaman bu sistemin cehaleti ile alay etmişlerdir. Ama kimse anlamadı. O semboller, yüzeydeki normalin derinliklerinde saklanan gerçekleri açığa çıkarmak için bırakılmış gizli anahtarlar gibiydi. Onlar, bu karanlık sisteme karşı bir direnişti. Fakat o ışık her şeye rağmen yüzyıllardır karanlığa karşı savaşmış ve savaşmaya devam edecektir, kaybolmaya, sönmeye karşı direnecektir…
Antik Mısır’da, Atum’un güneşin ta kendisi olduğuna, mastürbasyon yaparak yaşam veren bir enerji yaydığına ve şekilsiz boşluğa tohumlarını ekerek sayısız galaksi oluşturduğuna inanılıyordu. Dişi bir varlık olan dünyamızda da hayatın, bu boşalmadan çıktığına dair derin bir inanç vardı. Binlerce yıl sonra, bugün bunun bir saçmalık olduğuna inanıyoruz; fakat, piramitlerin uzaylılar tarafından yapıldığı fikrini kabul etmeye son derece sıcak bakıyoruz… Peki, o zaman neden Tabiat Ana tabirini hiç sorgulamıyoruz? Neden, aslında burada Big Bang teorisinin var olduğunu kabul etmiyoruz? Her şeyin, tek bir noktadan patlayıp sonra genişleyerek açıldığını ve temel güçlerin birbirleriyle etkileşime girerek karmaşık kimyasal ve fiziksel reaksiyonlarla madde haline geldiğini göremiyoruz? Big Bang tabiri bile aslında bir şakadır. Ve biz, bu şakayı bile kavrayamıyoruz. Gerçekten anlamamız gereken tek şey, bir kelebek etkisinin varlığıdır…
Kelebek etkisi, başlangıçtaki küçük değişikliklerin büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilme potansiyeline verilen addır. Amazon Ormanları’nda bir kelebeğin kanat çırpması, dünyanın diğer yarısını sarsacak bir kasırgaya neden olabilir. Mantık bu kadar basittir. Ama biz, hâlâ Tanrı’nın dünyayı altı günde yarattığına ve yedinci günde yorulup dinlendiğine inanmayı tercih ediyoruz. Komik… Yorulan bir Tanrı ve kendi yarattığı insan gibi dinlenmeye ihtiyaç duyan bir Tanrı… Birçoğumuz buna inanıyoruz, değil mi? Ama gerçek, daha derin ve karanlık bir yerlerde saklı. Ve belki de o sır, bizim bile bilmediğimiz, gizli bir gerçeği ortaya çıkaracak bir kelebek kanadının çırpılmasından başka bir şey değildir…
Ve Adem ile Havva’nın miti… Kadın düşmanı dinlerin temelleri, cennetten kovulmamızın gerçek sebebini gizliyor. O kadın figürü… Cezası, dünyaya gönderilmek ve ilk peygamber olan Adem ile insanlığın anası Havva’nın suçuna dönüşmek. Ve bütün insanlık, iki günahkarın neslinin devamı… Peki, eğer Adem ve Havva ilk insanlar ise, Adem kime peygamber olarak geldi? Havva’nın yaratılmasıyla başlayan bu hikaye, sadece bir öğreti mi? Yoksa zayıf olanı – kadını – efendiye, egemen olana hizmet etmek için mi yaratıldı? Ve bu sorular hala havada uçuşurken, Lucifer’in dişili, Lilith nerede? Neden hep gözlerden saklanmış, tabu haline getirilmiş? Neden adı hiç anılmamış, üzerinde durulmamış?
Enki, bilgeliğin ve suyun tanrısı olarak, dünyayı yaratmak için insanları yaratma arzusuyla yola çıktı. Tanrıların işlerini yapmak üzere, Ninhursag’a başvurdu. Ninhursag, Enki’nin isteği üzerine, toprağın karışımından insanları şekillendirmeye başladı. Ancak her şey yolunda gitmedi. Enki’nin yarattığı hataları düzeltmek için, Ninhursag, bir insanı yaratmak adına bir kaburga kemiğinden yeni bir varlık yarattı. O kaburga kemiği, insanın yaratılmasında bir sembol haline geldi. Bir tür kutsal işleyişin, tanrıların kontrolündeki bir sürecin işareti. Tanıdık geliyor mu? Her şeyin tekrarı, zamanla unutulmuş eski bir döngüden başka bir şey değil. Hiçbir şey yenilik değil, sadece geçmişin yankıları…
Ve işte Lilith… Lilith’in kökeni, Mezopotamya’nın eski karanlık inançlarına dayanır. O, Lilitu’dur. Sümer, Akad ve Babil’in derinliklerinden gelen bir demon, bir şeytan. Ama aynı zamanda bir güç… Doğumla, doğurganlıkla, kadının bağımsızlığıyla ilişkilidir. Rüzgarların ruhu, geceyi besleyen karanlık hayvanların, bir başka varlıkla buluşan cinsel gücün sembolüdür. Erkek egemen toplumlarda, kadının özgürlüğüne karşı bir tehdit olarak görülen Lilitu, zamanla halk arasında bir gece canavarı haline gelmiştir. Lilith’in, tıpkı Lilitu gibi, geceyi çalan, korkular yaratan, rüyalara giren ve kadının doğumuna zarar veren bir figür olması, ona atfedilen korkunun kaynağıdır. Bir demon değil, aslında özgürlüğün en saf hali… Ancak bu saf güç, egemenlerin korkusuyla şekil değiştirmiştir.
Her şeyin bir başlangıcı var ama sonunda her şeyin bir yansımasıdır. Geçmişin gerçeği, bugünün karanlıklarında yaşamaya devam eder. Lilith’in gölgesi, şimdi de sessizce bekliyor…
Zenginlik ve şatafat, görkemli bir hayatı simgeleyen “Paradeios” kelimesi, nasıl olur da dini kitaplarda “Paradice” olarak yer buldu? Bütün dinler, sade ve mütevazı bir yaşamı öğütlerken, bu kelimenin yükselişi ve evrimi neyi anlatıyor? Oysa, tüm kutsal öğretiler gösterişsiz bir yaşamı önerirken, bugün dini liderlerin yaşadığı lüks ve ihtişam nasıl açıklanabilir? Neden bütün tebliğciler, sade bir yaşam süren, mütevazı insanlar olarak örnek gösterilirken, bugün aynı inancın sancaktarlığını yapanlar altın saraylarda, gösterişli yaşamlar içinde varlıklarını sürdürüyor?
Ve ilginçtir ki; “De Rebus Alsaticis”te yazıldığına göre, 1200’lü yıllarda papazların hemen hepsinin birer “dostu” vardı. Bu kadınların, özellikle köylüler tarafından papazlara yakınlık göstermeleri teşvik ediliyordu. Çünkü köylüler, bu şekilde hem kendilerini hem de kızlarını daha güvenli hissetmek istiyorlardı. Ama derinlerde bir soru hep vardı: Neden dini liderlerin halkla olan bağları, bu kadar karmaşık ve çelişkili bir hale gelmişti?
Ve unutulmamalıdır ki; “Malleus Maleficarum”, Heinrich Kramer adında bir Katolik rahibin, kendisine karşılık vermeyen bir köylü kadına duyduğu derin nefretin bir sonucuydu. Başından sonuna kadar nefretle dokunmuş bir kitap, tamamen sahte referanslarla Vatikan’dan onay almıştı. Bu kitap, Cadı Avı Engizisyonu’nun el kitabı, bir kanun kitabı haline gelmişti. Ve bu nefret yalnızca on binlerce masum insanın, korkunç işkencelerle ölüme gönderilmesine yol açtı. Daha da karanlık olanı, bu dönemdeki işkenceler sırasında varlıklı insanların, hayatlarını kurtarmak için rüşvet verdikleri ve bu rüşvetlerle Vatikan’ın sahip olduğu tüm servetlerin temellerinin atıldığıydı. O dönemin el koyduğu mallarla büyüyen bu güç, bugün hâlâ bütün ihtişamı ile süregeliyor…
Ama bir şey değişmedi: Yaratıcı Tanrı, her şeyin ötesinde dürüst, adil, vicdanlı, sevgi dolu, karşılıklı saygı temelinde bir yaşamı ve inancı emrediyor. Ve işte burası, bütün bu karanlık ve yozlaşmış düzenin karşısında ışıkla var olan bir çağrıydı… İşte bu yüzden “aydınlanma kötü, koşulsuz biat iyi” mantığı insanlara dayatıldı!
Hollanda’nın karanlık köylerinden birinde, Oudewater’da, meşhur “Oudewater Terazisi” vardı… Bu terazi, sadece bağnazlığın ve cehaletin simgesi olmalıydı. Cadılıkla suçlananlar, çırılçıplak soyulur, belediye başkanı ve yargıçlar eşliğinde tartıya çıkarılırdı. Eğer kişinin ağırlığı belirli bir sınırın altındaysa, suçsuz olduğuna karar verilir, özgür kalırdı; ancak eğer tartı daha ağır bir sonuç gösterirse, o kişi Engizisyon’un karanlık kollarına teslim edilirdi. Kadınların bu korkunç tartımda, çoğu zaman ebe kadınlar da bulunur, en karanlık anlarda bile bir tür “gözlemci” olarak yer alırlardı.
Engizisyon’dan kurtulmak için ise suçlunun rüşvet menüsü vardı; suçun derecesine göre 4 ile 50 gulden arasında değişen bir bedel karşılığında, cehennemden, işkenceden kurtuluş için bir bilet satın alınabilirdi. Ancak unutulmamalıdır ki, Engizisyon, Tanrı’nın keskin kılıcı ve adaletinin ta kendisiydi. Tanrı, denizleri yaran, ölüleri dirilten, ayı ikiye bölen ve bütün evreni saran kudretiyle biliniyordu; oysa, Oudewater’daki yargıçlar ve belediye başkanları, o aynı kudreti temsil eden terazinin üzerine çıkarak, insanların ruhlarındaki şeytani varlıkları keşfetmeye çalışıyorlardı…
Bu savaş binlerce yıldır sürüyordu… Bir yanda cehalet, karanlık zihniyet ve inançlar, diğer yanda ise aydınlanma ve özgür düşünce… Ama şimdi, sıra sende. Bu karanlık geçmişin yankıları bugün hala her birimizde yaşarken, gerçekle yüzleşmek ve karanlıkları aşmak senin kararın olacak…
Aşk, yasaklarla kuşatılmış bir yalandır, derler. Ama Kral Süleyman’ın, Sebâ Melikesi’yle yaşadığı ilişki ve onun yazdığı o erotik şiirler, bu yasakları delip geçer. Eski ve Yeni Ahit’te kaydedilen bu sırlar, insanlığın dini yorumlarıyla örtüşmeyen derin bir çelişkidir. Bu şiirlerde, her bir kelime bir sır, her bir dizede bir tehlike barındırır. Şarkılar Şarkısı 2:16: “Sevgilim benim, ben de onun; o, çiçekler arasında yatan bir güldür.” Şarkılar Şarkısı 4:7: “Sen mükemmelsin, sevgilim; hiçbir kusurun yok.” Şarkılar Şarkısı 7:10: “Benim sevgilim bana ait ve ben de ona; o, çimenler arasında otlayan bir geyik gibi.”
Aşk ve bilgelik birleştiğinde, karşında duracak hiçbir güç kalmaz. Fakat, aşkın bu gücü, ne kadar korkutucu olsa da, kimse kendini ondan uzak tutmaya kalkmamalı… Çünkü, gerçek bilgi, her şeyi aydınlatan bir ışık gibi, gölgelerin ardındaki karanlık sırları ortaya çıkarır. Ama bu sırlar, belki de kimsenin bilmeye hazır olmadığı türden bir gerçektir…
Tanrı, insanın bilinçlenmesini neden engellemişti? Gözleri açılıp, doğruyu ve yanlışı anlayıp, bunların derin anlamlarını kavrayabilsin diye neden izin vermemişti? Acaba, özgür iradeye sahip, düşünebilen ve sorgulayabilen varlıkların kontrolü imkansız olduğu için mi? Hiçbir lider, biat etmeyen birini yanına almak istemez. Çünkü biat etmiş bir insan, köleleşmiş bir insandır. Kendi doğrularını, kendi yanlışlarını belirleyemez; belirlenen sınırlar içinde, izin verilen kadar düşünür, ama asla yorum yapamaz. Çünkü ona, kendi düşüncelerinin doğru olamayacağı, dünyayı değiştirecek kadar güçlü olamayacağı, her türlü sorgulamanın cehennem ateşine sürükleyeceği öğretilmiştir.
Ama bir soru var, bu yasaklara rağmen, insan neden düşünen, sorgulayan, zekaya sahip bir varlık olarak yaratıldı? Neden matematiği kullanacak kadar zekaya sahipken, Tanrı’nın matematiğini incelediğinde, cehennemle tehdit ediliyoruz? Peki, bu gerçek mi? 2×2=4, gerçekten hatalı bir sonuç mu? Yoksa, doğruyu söylemekten korktuğumuz için, gerçek aslında 5 mi? Bu matematiksel denklemde, her şeyin kaybolmuş olmasının sırrı olabilir mi? Sonuçları değiştirmeye cesaret edebilecek kadar güçlü olsak bile, bu gücü kullanmak, sonsuz bir karanlığa sürüklenmekten başka bir şey midir? Yoksa sonuca ulaşmak bizi aydınlanmaya götürecek ve insan kendi kontrolünü yeniden ele alacak, korkulan şey bu mu?
Yılan, sadece kötülük yapmak isteseydi, çok basit bir şekilde; “Bu meyveyi ye” diyebilirdi. Ama o, bunun yerine bir adım daha attı. “Ye bu meyveyi,” dedi, “ve gözlerin açılacak. Aydınlanacaksın. İyiyi ve kötüyü anlayacaksın. Düşünmeye başlayacaksın, sorgulayacaksın. Özgür iraden olacak… Artık sadece verilenle yetinmeyeceksin. Çünkü bir kez gerçekleri görmeye başladığında, ne kadar çok şeyin örtülmüş olduğunu fark edeceksin. Ama uyanmak, artık geri dönüşsüzdür. Gerçek bilgelik, karanlıkla birlikte gelir. Ve gerçeği aramak, seni neye dönüştürebilir, kimse bilemez…” Ve biz de karanlığa hapis olmuş insanlığa bunu sunuyoruz ve açıkça ifade ediyoruz: “AÇIN ARTIK GÖZLERİNİZİ!”
Ve tarihteki ilk gammazcı da erkektir. Üstelik, kendisine eş, yoldaş olan kadını, yaratıcısına gammazlamıştır… O özgür, güçlü kadın – Lilith – boşuna bırakıp kaçmamıştır Adem’i. O zamanlar, her şeyin başlangıcında, özgürlük ve güç arasındaki bu savaş daha yeni başlamıştır. Peki, Adem neden böyle bir kadını yanına alıp, ona güvenerek Tanrı’yı suçlamıştır? Patronunu suçlayan basit bir suçlu gibi Tanrı’yı Havva’yı neden yanına verdi diye suçlamıştır… Tıpkı bir suçlu gibi, mahkemede kendini savunur gibi…
Bu, bir trajedinin başlangıcıydı; kadına doğum sancıları verildi. Çok büyük acılarla çocuk dünyaya getirme cezası verildi. Erkeği efendi, kadını cariye yaptı. Kadın ve yılan birbirine düşman ilan edildi. Yılan, kıyamete kadar sürünmeye mahkum oldu. İlk yaratılan iki insan, cennetten dünyaya sürgün edildi. Ve o günden bugüne, yaratılmış her insan, Tanrı’nın emrine karşı gelmiş o iki suçlunun soyundan geliyor… Ama gerçekten böyle mi?
Bütün bunlar, aslında bir test olabilir miydi? Kendi kendilerine yetebileceklerine, insiyatifi alabileceklerine, özgür irade yaratabileceklerine dair bir sınav? Tanrı, Adem ve Havva’yı yarattığında, onların bu itaatsizliğine karşı onları yok etmek yerine neden sürgün etti? Ve ilginç bir şekilde, dünyada çoğalmaları, insanlara Tanrı’ya itaat etmelerini öğretme görevi neden onlara verildi? Belki de bütün bu oyun, Tanrı’nın bir planıydı… Özgür iradeye sahip bir insan figürü yaratılacak, dünyada çoğalacak, kendi seçimlerini yapacak, doğruyu ve yanlışı sentezleyip seçecek ve nihayetinde sonuçlarına katlanacak. Ama bir şey var: Tanrı gizemleri seviyor. En önemlisi, düşünen ve sorgulayan insanı seviyor. İnsan, belki de aslında onun en büyük sırrıydı… Ve belki de, bu hikaye hiçbir zaman bitmeyecek. Karanlık ve aydınlık her zaman savaş halinde olacak…